Çocukken, aile büyüklerinden, savaşa gidip geri dönemeyen askerlerin öykülerini dinlerdim. Yaşımın küçüklüğüne aldırmadan anlatırlardı… İnsan kanıyla kızıllaşan akarsuları, ölü bebeklerini yollarda terk etmek zorunda kalan kadınları, açlıktan aklını yitirmiş çocukların çığlıklarını… Bazen onlara, insanların neden birbirini öldürdüğünü sorardım, hiç kimse sorumu yanıtlayamazdı.
Dinlediğim öyküler içinde, en çok anneannemin babası Seferbey’inki ilgimi çekerdi. Kafkasya'da doğması, Çarlık Rusya’sı ülkesini işgal edince, atalarının mezarlarını arkada bırakarak kaçmak zorunda kalması, Gönen'de II. Abdülhamit’i yetiştiren Perustu Sultan'ın ailesine kabul edilmesi, kölelerinin olması, Saray’a yakınlığı sayesinde edindiği dillere destan zenginliğini bir gecede terk edip, Afrika’ya, Sahra Çölü'ne gitmesi… Anlatılanlar eskiden kalma, ağır ve yorucu bir masal gibiydi…
Yaşım büyüdükçe, çocukken dinlediğim aile anıları, okuduğum romanlarla yer değiştirdi. Ama zihnimin bir köşesinden de hiç silinmediler. Kitaplar, gücü hiç tükenmeyen bir aşk olarak içimde hep yer aldılar. Aklımızın sürekli sınandığı bu kaos çağında, romanlara, öykülere sığınmak, benim için hayatı daha yaşanabilir, daha anlamlı kılıyor. Yazmaya şiirle başladım ama roman, en sevdiğim oldu. Zamanın artık geldiğini düşünüp, kendi romanımı yazmaya karar verdiğim gün, en iyi bildiğim, belki de en fazla içselleştirdiğim yerden başlamak istedim. Bu, zihnimden hiç silinmeyen Kafkasyalı Seferbey’in her zaman "tuhaf ve merak uyandırıcı" bulduğum yaşamıydı.
SAHRA 1911’de Kafkasya’da doğup, Trablusgarp savaşında ölen bir Çerkes savaşçıyı anlatacaktım. Bu nedenle, yazmaya başlamadan önce, Kafkasya kültürü, Çerkes sürgünü ve Trablusgarp savaşı ile ilgili uzun süren bir araştırma dönemim oldu. 21 Mayıs 1864 günü başlayan Çerkes sürgünü sırasında, beni en çok etkileyen olay ise Karadeniz'de boğulan insanlar oldu. En fazla üç yüz kişi alabilecek gemilere altı yüz, yedi yüz kişi bindirmişler. Yolcuların çoğu ya kadın ya da çocukmuş. Erkeklerin ise hemen hemen hepsi cephede ölmüş. Kışın, Karadeniz'in dalgaları gemileri parçalayınca, gemidekilerin çoğu boğularak ölmüş. Romanın baş kahramanı Seferbey’in annesi de yolculuk sırasında hayatını kaybetmiş. Karadeniz'in sularına gömülmüş… Romanda, denize atılan göçmenleri “çok acıttığı” için fazla anlatamadım. Sözünü edebildim sadece… Bu nedenle, SAHRA 1911’i Karadeniz’in dalgaları arasına gömülenlere ithaf ettim. Ayrıca eklemek isterim, Çerkesler’in önemli bir kısmı bu nedenle hâlâ balık yemez.
Roman bir kurgu sanatıdır elbette. SAHRA 1911'in ne kadarı Seferbey’in gerçek hayatı, ne kadarı kurgu? Artık ben de bilmiyorum. Bir insan, tüm geçmişini kaybettiğini bilerek, yaşamaya katlanabilir mi? Bu kitabı yazarken, insan, gerçekle yüzleşmeye ne kadar dayanabilir diye düşündüm hep. Özellikle bu kişi, ülkesini, anadilini, yüzlerce yılda, taş taş üzerine koyularak şekil verilen kültürünü geride bırakmak zorunda kalan "bir göçmen" ise…
Seferbey, kırk yaşında çok sevdiği eşi Maze Hanım'ı kaybedince, sahip olduğunu sandığı hiçbir şeyin aslında ona ait olmadığını anlar. Eşinin ölümü onu, aynaya “sahiden” bakmaya zorlamıştır. Hem anne hem de baba tarafından farklı coğrafyalardan göçmek zorunda kalmış bir aileden geldiğim için, “yüzleşmenin” ne kadar zor olduğunu biliyorum. Belki de silah zoruyla, topraklarını terk etmek zorunda kalan insanların travmaları, torunlarına kadar akıyordur. Kim bilir? Seferbey, arkasında iki küçük kızını, zenginliğini bırakarak Trablusgarp savaşına vatan kurtarmak için mi gitti? Yoksa ölmek için mi? Cephanesi, uçağı, gemisi, tüfeği olmayan Osmanlı İmparatorluğu'nun, İtalyanların tam donanımlı ordusuna karşı hiçbir başarı sağlayamayacağını en baştan, o da herkes gibi biliyordu elbette.
Okuyucu da muhtemelen Seferbey’in yaşanan acıların yükünden kurtulmak, kendini yok etmek için savaşa gittiğini fark etmiştir. Çünkü göçmenlerin yarası, bitmeyen bir sızıyla hep kanar…
Topraklarından kaçmak zorunda kalınca, ruhlarını ağaç dallarına asıp gidenlere sevgiyle…