Anne tarafından Adalet Partisi, baba tarafından Cumhuriyet Halk Partisi destekçisi bir ailede büyürken, bilhassa aklımın yettiği 1980 darbesi sonrasında duyduğum idam edilen solcu gençlerin hikâyesi bana hep büyülü gelmişti. Anne dedemin ‘anarşistler’ diye yüzünü buruşturduğu, baba dedemin hüzünlü bir sempatiyle andığı Deniz Gezmiş ve arkadaşları kimdi? Ne istemiş ne yapmışlardı? Neden öldürülmüşlerdi? Dedelerimin ikisinin onlara tavrı neden bu denli farklıydı?
Özellikle ilk gençlik yıllarımın asi havasında iyice merak edip yaklaştığım hikâyeleri, mevcut düzene itirazları, ODTÜ’de örgütlenmeleri, Tam Bağımsız Türkiye mücadeleleri, hak, hukuk, adalet için canlarını ortaya koymaları, birbirleri için ölüme gidebilmeleri, son mektupları, hepsi beni derinden etkilemişti. Kişiliğimin şekillendiği üniversite yıllarında ve sonrasında bu ilgi bir tür hayranlığa dönüştü. Aradan geçen yıllar içinde haklarında yazılanları, yapılanları okumaya, dinlemeye, onları izlemeye devam ettim.
2006 yılında okuduğum bir kitapta Deniz Gezmiş ile Yusuf Aslan’ın yakalanma hikâyeleri anlatılıyor ve bir beyaz motosikletten bahsediliyordu. Motosikletin sahibinin ismi “Tayfur Cinemre” idi. Benim bir arkadaşım vardı: Okan Cinemre… Okan’ı aradım. “Denizlerin yakalandığı beyaz bir motosiklet varmış; sahibi Tayfur Cinemre imiş. Tanır mısın?” diye sordum. “Amcam” dedi. Şaka yapıyor sandım önce inanmadım. “Nasıl yani?” dedim, “Gerçekten mi? Amcan mı?” “Evet” dedi. “Yaşıyor mu peki? Nerede?” Okan’dan amcasının İstanbul’da yaşadığını ve büyük bir otelin teknik müdürü olduğunu öğrendim. “Ellerinden öp amcanın” dedim. Bir gün birlikte ziyaret edip tanışmayı çok istediğimi söyleyerek telefonu kapattım.
Sonra bu beyaz motosiklet hep zihnimi kurcalayıp durdu. 2011 yılının 6 Mayıs’ında Denizlerin ölüm yıldönümünde Karşıyaka mezarlığındaydık. Her yıl olduğu gibi mezarlık çok kalabalıktı. O yıl Denizlerin avukatı, son anlarının tanığı Halit Çelenk’i de kaybetmiştik. Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un mezarlarının önünden kalabalığı yararak geçtikten sonra Halit Çelenk’in mezarını da ziyaret etmek istemiştim. Mezara yaklaşmaya çalışırken elinde fotoğraf makinesi olan genç bir kadının “Tayfur abi biraz bu tarafa..” diye seslendiğini duydum. Hemen döndüm. Kadına yaklaştım ve “Tayfur Cinemre mi o?” diye sordum, “Evet” yanıtını alınca hemen mezar başındaki kırlaşmış saçlı atletik adamın yanına koştum ve ellerine sarıldım. “Ben Okan’ın arkadaşıyım, sizi ve motosikletinizi okudum, biliyorum!!!” Oldukça ciddi, resmi ve soğukkanlı bir duruşu olan Cinemre, 6 aylık hamile şişman bir kadının mezarlıktaki bu tuhaf tepkisine şaşırdı ancak kibarlığını bozmadı. Elimi sıkıp memnun olduğunu belirtti.
Bu günden sonra beyaz motosikleti takip etmem gerektiği yönünde bir mesaj aldığımı düşünerek Okan ile birlikte İstanbul’da bir buluşma ayarladım. Bir ses kayıt cihazı aldım ve gidip Tayfur Cinemre ile tanıştım. Tarih, Mayıs 2011 idi. Bizi çalıştığı otelde karşıladı. Odasında bir görüşme yaptık. Hikâyesini film yapmak istediğimi söyleyince, ince dudaklarında hafif bir tebessümle farklı zamanlarda birden fazla insanın aynı taleple geldiğini ancak ortada bir sonucun bulunmadığını söyledi. Kendi kendime ‘ben onlar gibi değilim, ben bunu yapacağım’ dedim ve içimden ona, gerçekleştiğini görmesini yürekten dileyerek bir söz verdim.
Tayfur Cinemre’nin o zamana dek Cihan Alptekin ile Sansaryan Han anılarını anlattığı bir yazısı ile ODTÜ Mezunlar Derneği’nde yaptığı bir konuşma metni dışında, kaleme aldığı yayımlanmış neredeyse hiç bir doküman yoktu. Az konuşmuş, neredeyse hiç yazmamış, 68'in tozlu dumanlı günlerinde flulaşmış ve kendini hep arka planda tutmayı başarmış biriydi. Bu haliyle zaten yeterince gizemliydi. Hele beyaz motosikletin sadece Denizlerin yakalandığı motosiklet olmayıp Sinan Cemgil’i Nurhaklara götüren, Hüseyin İnan ile Torosları aşarak Adana’da örgütlenme çalışması yapan, Cihan Alptekin’i taşırken yakalandıkları motosiklet olduğunu öğrendiğimde, bu hikâyeyi mutlaka anlatmalıyım duygusu tüm benliğimi ele geçirdi.
Görüşmenin sonunda artık ona ‘Tayfur amca’ diyordum. Yaşlı olduğundan değil, zira bizden dinamikti; Okan’ın amcası olduğundan benim de amcam olmuştu.
2015 yılı Mayıs’ında bir kez daha gittim Tayfur amca ile görüşmeye. Uzun röportajlar yaptım, kayıtlar aldım ve döndüm kafamda sorularla. Böylesi bir konu nasıl film yapılır, olayların neresinden başlanır, neresinden tutulur diye bir yığın soru dolaşıyordu zihnimde. Yaşadıklarının her bir parçası ayrı bir filmin konusuydu. Toparlamak, bir izlek üzerine oturtmak zorlu bir süreçti. Tüm bunların yanında Tayfur amca duygularını ifadesine yansıtan bir adam da değildi. Yüzünden aralıklı geçen hüzün bulutu dışında başkaca hiçbir ipucu vermiyordu.
2015 Ekim’inde Türkiye Ankara Garı Katliamını yaşadı. Ailemizin gülen güzel gözlü çocuğunu, kuzenim Ata Önder’i 30’lu yaşlarındayken bu hain patlamada kaybettik. O güne kadar uzaktan izlediğim acıyı taa yüreğinin derinliklerinde hissetmek, kalp denen organın sızlayabildiğini deneyimlemek beni başka bir boyuta taşıdı. Ekim sonuna doğru Tayfur amcayı arayıp sormuştum. Böylesine bir acıya, yani sadece daha güzel, daha iyi, daha adil bir dünyada yaşamak için mücadele eden sevdiklerinizi kaybetmeye nasıl dayandınız diye…
Gar Katliamı’nın mahkemelerinde hep elinde kamerasıyla gördüğüm biri vardı. Basından olduğunu düşünüyordum. 2018 yılında, kuzenimin kaybının 3. yılında arkadaşlarımdan onun anısına bir şarkı yapmalarını istemiştim ve şarkının bir de klibi olsun istiyordum. Bu klip için Ankara Garı önünden görüntüler lazımdı. Beni Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden birine yönlendirdiler. Telefonunu aldım, randevulaştık. Gittim karşımda her mahkemede ve her anmada elinde kamerasıyla gördüğüm o kadını buldum: Sibel’i.
Klip için birlikte çalıştık ve tamamladık. 10 Ekim anmasında gösterdik. Sibel’e projeden bahsettim. Sibel de hayallerinin peşinden koşan, koşanların da elinden tutan biriydi. Hikayeyi anlatırken heyecanımı, tutkumu görmüş olacak ki tereddüt etmeden kabul etti.
2018 Mayıs’ı geldiğinde düğmeye bastım. Tayfur amcayı aradım ve 6 Mayıs’ta Denizlerin yıldönümündeki programını sordum. İzmir’de bir park ve anıt açılışına gideceklerini söyledi. Sibel’i de kapıp İzmir’e gittim. Gaziemir’de bir parkın içinde Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in heykellerinin açılışını, üzerinden beyaz güvercinlerin uçuruluşunu izlerken Tayfur amcayı takipteydik. Programları Seferihisar’da devam ediyordu. Arkalarından atlayıp Seferihisar’a gittik. Anlatılamaz tecrübeler yaşadık. 68’li pek çok efsane isimle tanıştık, sohbetlerini dinledik. Tayfur amcanın referansıyla o özel ortama girebilme ve onlarla diyalog kurma şansımız oldu. Onların yanında bir çocuğun en sevdiği masalın kahramanıyla karşılaşması durumundaki duyguları yaşıyordum adeta.
Ertesi gün Seferihisar’dan Edremit’e geçtiler. Sibel ile birlikte Tayfur amcanın arabasına atladık. Arabada Oktay Kaynak ve Ahmet Tuncer Sümer ile birlikteydik… Dinledik, sorular sorduk, yine dinledik, doyamadık. Böylece kendime ve Tayfur amcaya verdiğim sözün gerçekleşmesi yolunda ilk adımı atmıştık.
İkinci adım motosikleti görmekti. Amacım Tayfur amcayı efsane motosikletinin aynısıyla ODTÜ’de karşılaştırmak ve bu karşılaşmayı izlemekti. Uzun arayışlardan sonra Okan’ın da yardımıyla Antalya’da 68 model bir Beyaz Java buldum. Ancak motosikletin sahibi bir koleksiyonerdi ve motosikletinin Ankara’ya taşınmasına hiç sıcak bakmıyordu. Bizi onunla buluşturan motosiklet sevdalısı Altuğ, Ankara-Antalya nakliyede motosikletin sorumluluğu üstlenerek sahibini ikna etti. 28 Mayıs 2018’de Ankara’da Beyaz Java ile buluşturduk Tayfur amcayı. 31 Mayıs 2018’de Sinan Cemgil’in mezarı başında ve Eylül 2018’de mezuniyetinin 40. yılı töreninde ODTÜ’de izledik onu.
Elimizde planladığımız belgesel film için yeterli görüntümüz vardı ancak ben onun her anısına tanıklık etmek istiyordum. Başladığımız motosiklet yolculuğu Rize/Ardeşen/Oce’de Cihan’ın köyünde, Kızıldere’de, Antalya/Elmalı köyü yollarında devam edecekti. Mayıs-Eylül 2019 seyahatlerimizi planlıyorduk. Ancak o, inanılmaz bir biçimde aniden bizi bırakıp gitti… Tayfur amca gibi anlatılmaz bir insanı kaybetmiş olmaya, yıllar önce ona içimden verdiğim sözü tuttuğumu görmeden gitmesine öylesine içerledim ki…
Yolu motosikletle kesişenlerden biri olan, Tayfur amcanın yoldaşı sevgili Ertan Günçiner bana şöyle yazmıştı:
“Sevgili Esma,
…Senin belgeseli hazırlama yöntemin de biraz motosiklet kullanmaya benziyor... Bir hedef belirleyerek yola çıkmış olsan bile kesin hatlara ve zaman çizelgesine sahip bir proje hazırlayıp o projeyi bir plan doğrultusunda hızla uygulamak yerine sık sık yan yollara sapıyor ve yeni keşifler peşinde koşuyorsun. Yani hiç motosiklet kullanmamış olsan da bir motosiklet sürücüsü gibi davranıyorsun. Projeni gerçekleştireceğinden eminim. Ama gerçekleştiremezsen de hiç üzülme, çünkü bazen yolculuklar sırasında yaşanan deneyim menzile varmaktan çok daha önemlidir.”
Ve ben, 28 Mayıs 2019’da, 68 model beyaz Javası ile ODTÜ’de yeniden karşılaşmasının 1. Yıldönümü gününde, Bebek Camii’nde o güzel denizin kıyısında, üzerinde gülen yüzüyle fotoğrafı, etrafında kırmızı karanfiller olan tabuta yaklaştım: “Sen bilmiyordun ama bundan sekiz yıl önce ben sana bir söz vermiştim. Verdiğim sözü gerçekleştirdim, zaten ölümsüz olan hikâyen tümüyle ölümsüzleşti, bundan emin ol!” diye fısıldadım.
Evet, bazen yolculuklar sırasında yaşanan deneyimler menzile varmaktan çok daha önemlidir. Tayfur Cinemre ile yolculuğumuzdan kazandığım en büyük deneyim, 68’in ruhuna yaklaşmak oldu. O, hiçbir zaman “Ben” kelimesini kullanmadı. Yapmaya çalıştığım onun filmiydi ancak o, hep “Biz” dedi. Ve beni onlarla tanıştırdı: A. Tuncer Sümer, Hasan Ataol, Oktay Kaynak… Elimden hep birlikte tuttular. Türkiye Devrimi Tarihi’nin pek çok anısını kayıt altına almamı sağladılar. Varolsunlar…
Hüseyin İnan, beyaz Java ile Toroslar üzerinden Çukurova’ya örgütlenme çalışması yapmaya gittikleri günlerde dağ başında verdikleri bir molada “Beyaz Atlı”yı söylemiş. Tayfur amca türküyü ilk defa orada Hüseyin’den duymuş ve çok sevmiş:
Beyaz atlı şimdi geçti buradan
Süvarisi can evinden vurulmuş
Çıksın gayri dağlar taşlar aradan
Beyaz atın süvarisi yorulmuş
Dağ başları bu hasretten eridi
Yollarını kara duman bürüdü
Hak yoluna beyaz atlı yürüdü
Beyaz atlı şimdi geçti buradan
Türkiye Devrimci Tarihi’nin yolundan beyaz motosikletiyle bir devrim neferi geçti. Toroslarda o molayı verdikleri yerde Hüseyin’den bu türküyü ilk defa dinlerken, 50 yıl sonra kendisinin o beyaz atlılardan biri olacağını asla tahmin edemezdi…
“Beyaz Atlı Hak yoluna yürüdü.” Devri daim olsun, anıları yoldaşımız…