Sevgili Aslı Esma Karaca bana Tayfur Cinemre’yi kendi gözüyle anlattığı bir yazısını gönderdi. Benim de yazı hakkındaki görüşümü almak istiyordu anlaşılan…
Çok ağlayan biri olmadığım halde yazıyı ağlayarak okudum. Ağlamak istemediğim halde gözyaşlarımı tutamadım. Bıraktım kendimi ağladım… ağladım…
Sonra oturdum tıpkı Esma gibi yapmak, ben de Tayfur’u anlatmak istedim.
Nereden başlamalıyım?..
Bundan tam elli yıl önce, 1969’un yaz aylarından birinde Hüseyin İnan’ın Tayfur’u bana tanıştırmasından mı?
Yine aynı yıl bana hocalık yapmasından, motosiklet kullanmayı öğretmesinden mi?
1969’un Eylül ayı içinde, benim kırmızı motosikletle Ankara’dan yola çıkıp üç günde, üç defa da kaza geçirerek Erzurum’a gidip gelmemizle mi?
Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Yusuf Aslan’la birlikte iki motosikletle Malatya’ya, kırdaki yoldaşlarına katılmak için Ankara’dan yola çıkmalarını, Deniz’le Yusuf’un yakalanmasına rağmen Sinan’ı Malatya’ya bizim yanımıza ulaştırmasını anlatayım en iyisi...
Yoksa Tekirdağ’da Cihan Alptekin’le yakalanmasını mı?..
Oğluna adını verdiği Cihan’dan laf açılmışken, eski İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde 43 gün gözaltında kaldığı ve işkence gördüğü Sansaryan Han’dan mı söz etsem?..
İstanbul Maltepe Askeri Cezaevi’nde Cihanlarla birlikte tünel kazarak onların kaçmasındaki mimarlardan bir olduğunu anlatmak daha mı yerinde olur?..
Yetmez ki…
Onun kişiliğinden, ciddiyetinden, fedakârlığından, yaptıklarından, iş hayatındaki başarılarından söz etmeliyim herhalde.
Doğa tutkusunu, hayvanseverliğini, fırsatını yakaladığı her zaman Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerine yaptığı doğa gezilerini mi anlatsam acaba?.. Kaz Dağı, Balkar Dağları, Hasan Dağı, Uludağ, Toroslar gibi kimilerine eşlik ettiğim gezilerinin unutulmaz anılarını mı?
Özverisini, cesaretini, hayata olan tutkusunu mu?.. Aile sevgisi, insan sevgisi, dostlarına ve anılarına olan düşkünlüğü… Anlatmak için o kadar çok konu var ki, bilmem hangisi anlatılmalı?..
Eski dostlarımı, hele kaybettiğim dostlarımı yazmak her zaman zor gelmiştir bana. Onlar hakkında anlatılacak o kadar çok şey vardır ki, nereden başlayacağınızı, hangisini anlatacağınızı bilemezsiniz, seçemezsiniz, hele de o artık yok ise klavyenin başına geçmek bile çok zordur. Ama bunu yapmak da gerektir.
Tayfur her zaman ciddiydi. Esprilerini, şakalarını, her işini ciddiyetle yapardı. Bütün işlerde başarılıydı. Bir o kadar da mütevazı… Kimse onun, ele aldığı bütün işleri sessizce ve başarıyla yaptığını anlamazdı. Çok önemli bir işi bile sıradan bir şey yapıyormuş gibi, asla gösterişe kaçmadan, kimseye fark ettirmeden yapar, bitirirdi.
1968 yılında girdiği ODTÜ Mühendislik Fakültesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü on yıl sonra, 1978’de cezaevinden tahliye olduktan sonra bitirmiş, ardından yüksek lisansını tamamlamış ve yüksek mühendis olmuştu. İstanbul’un büyük otellerinden birinde teknik müdürdü. İyi bir mühendisti.
Doğa gezilerine birlikte gittiğimizde, özel olarak kendisinin geliştirdiği ve içinde her teşkilatın bulunduğu arabasından gerekli malzemeleri çıkararak, hiçbirimizden yardım bile istemeden kendi eliyle hazırladığı yemekleri unutmak mümkün değil.
Uludağ’da tam da akşam karanlığı çökmeden yaktığımız ateşin üzerinde hazırladığı bir büyük tava kıymalı yumurtayı nasıl da iştahla bitirdiğimizi, eminim Sevgili Hacı Tonak da bugün gibi hatırlıyordur.
Mayıs günlerinin birinde, rehber eşliğinde Kaz Dağı’na tırmanırken yakalandığımız yağmura aldırmadan, ülkemizde yalnızca bu bölgede yetişen Köknar Ağacı’nı arayıp bulduğumuzda, Tayfur’un nasıl da heyecanla dönüp dönüp deklanşöre bastığı, bugün bile gözümün önünde…
Kaz Dağı’ndan günlük gezi dönüşümüzün birinde, konakladığımız Akçay Armutalan köyündeyiz. Akşamüzeri. Dağdan gelen ve gürül gürül akan akarsuyun kenarında akşam sofrası kurulmuş, oturuyoruz.
Sofrada; Tayfur Cinemre, Mete Ertekin, 2016 Şubatı’nda kaybettiğimiz ODTÜ’lü sevgili dostum Veli Karaöz ve diğer konuklarımızla beraberiz. Tayfur her zamanki ciddiyeti ile masanın yanına video kayıt için kamerasını yerleştirdi ve koyu bir sohbet başladı. Anılar, espriler, şakalaşmalar birbirine karıştı. Çok keyifli bir akşamdı. Gecenin ilerleyen bir saatinde, ertesi günkü Kaz Dağı yolculuğu için dinlenmeye çekildiğimizde, neredeyse sabah olmak üzereydi.
Daha sonra Tayfur o keyifli akşamın video kayıtlarını bana gönderdi. Onları deşifre ettim ve en kısa sürede tüm doğallığı ile daha da zenginleştirerek yeni bir kitap olarak yayınlamaya çalışacağım.
Tayfur Cinemre bir derya deniz… Gerçekten anlat anlat bitmez. Bu yazıya bu sayfalara çok gelir. Zaten Tayfur daha çok uzun zaman anlatılmaya, yazılmaya devam edecek. Yaşamının her bölümü ayrı bir kitap olabilecek boyutta çünkü…
Bundan bir yıl önce, yani 2018’de, ODTÜ 40. Yıl Mezuniyet Madalyası’nı gururla almasını sanki dün olmuş gibi hatırlıyorum. Esma ile ben de yanındaydım. Daha madalyasını alıp kapıdan çıkar çıkmaz, az önce aldığı madalyanın bir fotoğrafını çekerek sevgili eşi Nalan Cinemre’ye gönderirken, yüzündeki mutluluk ifadesi bugün bile gözümün önünde…
Mesleğindeki 40. Yıl mutluluğunu bizimle birlikte eşiyle de paylaşıyordu yüzünde tatlı bir gülümsemeyle…
Tayfur’un da içinde yer aldığı iki belgeselden de söz etmek gerek.
Birincisi; daha önce başlayan, halen devam eden ve benim de içinde bulunduğum Nurhak’la ilgili “Erikler Çiçek Açınca” belgeseli. İkincisi de yine halen devam eden, benim tekrar hasbelkader içinde yer aldığım ama artık bitme aşamasına yaklaşılan motosiklet belgeseli.
Bu iki belgesel dışında Tayfur’un yazıp bitirdiği, ancak basım aşamasında kalan son derece güzel ve değerli bir de anı kitabı var. Şu anda yayına hazırlanıyor. Kısa bir süre sonra ailesinin de onayı ve desteği ile yayınlanmış olacak. Bu güzel haberi buradan sizlere duyurma olanağı bulduğum için ayrıca mutluyum.
En son hastaneye yatmadan önce telefon ettiğimde; grip olduğunu, kendisini iyi hissetmediğini, daha sonra aramamı söylemişti. Konuşmamızdan bir gün sonra hastaneye yattı. Bunun, Tayfur’la son konuşmam olacağını nereden bilebilirdim?..
Hey gidi Tayfur’lu günler hey!...