Sunuş

Tayfur Cinemre Anısına

Uğur Ayken (ME'76) Yayın Kurulu Üyesi

Anı

Teşekkür mektubu

Tayfur Cinemre (ME'78)

Anı

Babam Tayfur Cinemre için

Cihan Cinemre

Anı

Yoldaşlık ile Beyefendiliğin birleştiği bir kişilik

Bora Işık

Anı

Menzile varamayanların öyküsü...

Ertan Günçiner

Anı

Yoldaşım Tayfur

Ahmet Tuncer Sümer

Anı

Motosiklet hikayesi

Esma Karaca

Anı

Anısına saygı ve sevgiyle...

Cem Tüzün (IE'88)

Anı

Mühendis Tayfur

Seçkin Nuzumlalı (ME'78)

Anı

Tayfur Cinemre için

Cem Sarvan (MINE'89)

Anı

’68 den ’78 e ODTÜ

Tayfur Cinemre (ME ’78)

Anı

Sevgili Tayfur...

Fotoğraf Çalışma Grubu

Anı

’68 den ’78 e ODTÜ

Tayfur Cinemre (ME ’78)

"Tayfur Cinemre'nin Baraka Dergisinin Ocak-Şubat 2019 sayısında yayınlanan yazısını tekrar paylaşıyoruz"

 

ODTÜ’ye ’68 yılında girip ’78 yılında mezun olmak gibi bir ayrıcalığa sahibim. Benim gibi 1968 yılında girmiş olanlar bugün artık 68 yaşındalar. Onlar, ’68 kuşağı diye anılan bir kuşağın tam da göbeğinde yer aldılar. Dünyada 1968 yılında zirvesine ulaşan sosyal uyanış ve başkaldırı hareketleri, 1960 – 1980 yılları arasında ülkemizi de kucaklamış, o yılların gençleri olan bizler üzerinde silinmez izler bırakmış, karakterimizi belirlemiştir. 

 

Xsentius üç bin yıl önce Anadolu'da yaşamış bir filozofun adıdır. Fethiye yöresindeki antik Likya tapınağında Xsentius şunları yazıyor:

 

Ahlakın temeli özveri ve dürüstlüktür. Özveri, başkaları için fedakârlıkta bulunmak, dürüstlükse aldatmamaktır. Ahlaksız bir kazanç edinmektense kaybetmeyi tercih et. Bazı idealler, o kadar değerlidir ki o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. 

 

Bu  sözler sanki ’68 kuşağını anlatmak için yazılmış gibidir. Onlar, yaşadıkları toplum için, daha iyi, daha güzel bir dünya kurmak uğruna büyük özverilerde bulundular. Bu uğurda kimileri yaşamını, kimileri yıllarını, kimileri ise önlerine serilmiş olan parlak bir geleceği kaybettiler.

 

Türkiye tarihinde gençlik, hiçbir zaman ’68 kuşağında olduğu kadar farklı, kendine özgü ve özgüven dolu omamıştır. O yıllarda taşradan gelen üniversite gençliği sayısında bir patlama olmuştu. Onlar yaşlarına kıyasla daha olgun, hayata ilişkin fikirleri ve deneyimleri olan, okumaya ve şiire düşkün, gerektiğinde kavga eden gerektiğinde türkü söyleyen, büyük mücadelelere adanmaya hazır, ağırbaşlı kadın ve erkek delikanlılardı.

 

’68 kuşağı dünyayı değiştirmek istemişti, ama acımasızca yenildiler. Ancak Xsentius’un dediği gibi onların idealleri o kadar değerli idi ki, geriye dönüp bakıldığında o uğurdaki yenilgileri bile, bir zafer sayılmıştır.

 

’68 bir dünya hareketiydi. Bunu görmemiz bizleri derinden etkiledi. Böyle bir gençlik hareketi içinde bulunmak kuşağımız için tarihi bir misyondu. Kendimiz gibilerin ABD’de, Paris’te, Filistin’de, Vietnam’da, Küba’da varlığını ve mücadelelerini bilmek bizleri heyecanlandırıyordu.

 

Bu kadar Enternasyonal beslenen bir hareket, elbette Türkiye’de de kendi sınırlarını aşmak isteyen insanlara büyük bir ufuk oluşturuyordu. Çoğumuz Kurtuluş Savaşını yaşamış anne-babaların çocukları, torunlarıydık. Cumhuriyet öğretmenleri bize bağımsızlık bilincini verdiler. Bizim kuşağımız böyle çıktı ortaya. ’68 hareketi kitlelerin hoşnutsuzlukları kadar umutlarından da doğmuştu. Kendinden önce hiç olmadığı şekilde hegemonyaya, otokrasiye ve statükoya karşı bir devrimdi. Bu anlamda kendi göbeğini kendisi kesmiş bir kuşaktı ’68 kuşağı.

 

Her ülkenin kendine özgü bir ‘68’i vardır. Eylemlerin yayıldığı zaman dilimi açısından, eylemlere katılan toplumsal kesimler açısından ve tartışılan sorunlar açısından farklılıklar vardır. Buna rağmen farklı ülkelerde gerçekleştirilen eylemleri büyük ‘68 başkaldırısının parçası haline getiren ortak yanlar vardır. Bunlar antikapitalist, antiemperyalist, enternasyonalist, antibürokratik ve antiotokratik mücadeledir. Ortak sloganlarımız vardı. Bunların içinde bazıları bugüne kadar gelmiştir. Örneğin “Yasaklamak yasaktır” ya da, “Zoru hemen başarırız, imkansız biraz zaman alır” sloganı o günlerden bugüne miras kalmıştır.
 

’68 kuşağı devrimcileri, bir Rus efsanesinde olduğu gibi halkına karanlıkta yol göstermek için yüreğini çıkartarak yakan ve karanlığı aydınlatan efsane kahramanı gibiydiler. Onlar, eşitlikçi bir toplum için hayatlarında birçok şeyi feda ederken geleceğe ışık tuttular. Bugüne kadar gelen bir ışık ve bir çığlık oldular.

 

Dünyaca ünlü düşünür Immanuel Wallerstein şöyle söylüyor : “Bugüne kadar iki büyük dünya devrimi olmuştur. Bunlardan birincisi 1848’de, ikincisi ise 1968’de meydana gelmiştir. Her ikisi de kitlelerin hoşnutsuzluklarından ve umutlarından doğarak kendiliğinden ortaya çıkmış ancak her ikisi de yenilgiyle sonuçlanmıştır. Buna rağmen, her ikisi de dünyayı çok önemli bir dönüşüme uğratmış, paradigmaları değiştirmiştir.”

 

1968 hareketiyle birlikte bellibaşlı dört değişim görülüyor:

•    İlk olarak, Kuzeyin (emperyalist ülkeler) Güney'i (3. Dünya ülkeleri) denetleme yetenekleri sınırlanmıştır. ABD’nin Vietnam'dan çekilmek zorunda kalışı Kuzey-Güney ilişkilerinde yeni bir evre başlatmıştır.

•    İkincisi, 1968 devriminin bir sonucu olarak alt proleterler, kadınlar, etnik ve ırksal gruplar gibi dezavantajlı gruplar dünyanın gündemine girmiştir.

•    Üçüncüsü, sermaye ile emek arasındaki güç ilişkileri temelden değişime uğramıştır.

•    Son olarak, 1968’den sonra, sivil toplum güçlenmiş, devletlerin sivil toplum üzerindeki denetimi azalmıştır.

 

21. yüzyılda ilerlerken, kapitalist dünya, başlıca dört alanda güçlüklerle karşılaşmaya devam etmektedir:

•    Birincisi; devletlerarası sistemde hegemonya, yerini kendi karşıtına yani rekabet durumuna bırakıyor. Yeni ittifaklar oluşuyor ve ABD hegemonyası henüz kendi yerini alacak açık ve güvenceli bir dünya düzeni olmaksızın aşınıyor. 
•    İkincisi, sermayenin artan merkezileşmesi sonucunda, emekçilerin göreli yoksulluğu derinleşiyor ve eşitsizlikler artıyor.  Aşağıdaki rakamlar  bunun en açık göstergesidir :

-    Bugün şirket karları tüm zamanların en yüksek değerindedir
-    Bugün ücretlerin ekonomideki payı tüm zamanların en düşük seviyesindedir
-    Bugün işsizlik, büyük bunalımdan beri en yüksek düzeydedir
-    Bugün en zengin % 1’in toplam gelirdeki payı  %80’e ulaşarak, 1920’lerden beri en yüksek düzeye çıkmıştır

•    Üçüncüsü, devletlerin kendi sivil toplumlarını denetleme yetenekleri azalıyor ve dezavantajlı konumdaki statü gruplarının talepleri giderek daha fazla güç kazanıyor.

•    Dördüncüsü, kapitalizmin herşeyi metalaştırarak doğayı yıkıma uğratmasında ve buna bağlı olan iklim değişikliğinde yolun sonuna gelinmiştir. Bu sistemin devamı halinde gezegenimiz büyük bir ekolojik çöküş yaşayacaktır.

 

Günümüzde Kapitalizm artık sürdürülebilir değildir. Kar amacı güden tüketim ekonomisi  doğanın sınırlarını zorlamaktadır. Daha önceki dönemsel krizlerden farklı olarak, kapitalizm nihai bir krizin içine girmiştir. Bilinen krizden çıkış yöntemleri artık işlememektedir. Küresel ekonomik ve ekolojik kriz dünyamızı kritik bir yol ayrımına getirmiştir. Kar maksimizasyonu için dünyanın tüm kaynaklarını sorumsuzca ve sınırsızca metalaştırarak tüketen kapitalizm, gezegenimizin tarih boyunca içinde bulunduğu en büyük ekonomik ve ekolojik krizin sorumlusudur. 


Davosta biraraya gelen kapitalizmin temsilcileri, artık onu restore etmeyi tartışmıyorlar. Onun yerine geçecek, fakat temel prensipleri olan eşitsizlik, hiyerarşi gibi özelliklerini koruyabilecek alternatif  bir sistem arayışı içindeler. 

 

Bu koşullar altında, ’68 hareketinin anti-kapitalist, anti-emperyalist hedefleri her zaman olduğundan daha fazla geçerlidir. Bu yeni ’68 ruhunun, dünya ölçeğindeki sınırsız metalaşmaya karşı çıkan, yoksulları, işsizleri, göçmenleri, çevrecileri, kadınları, LGBT’lileri, toplum dışına itilmişleri, uluslararası siyasi bir eko-sosyalist hareket olarak örgütlemesi gerekmektedir. “Occupy wall street”, “Porto Allegre”, “Yeni Dünyacılık”, “Gezi Direnişi” vb, bu yolda atılmış adımlardır. Ancak, bu hareketlerin örgütlülükleri henüz çok zayıftır.

 

Bugün “Davos ruhu”nun mu, yoksa “Yeni ’68 ruhu”nun mu dünyanın geleceğini şekillendireceği bilinmiyor. Davos ruhu galip gelirse dünya halkları ya sermayenin giderek gaddarlaşan demir ökçesi altında ezilecek veya gezegenimiz  ekolojik bir felaketten dolayı dağılıp gidecektir. 

 

Yahut da eşitlikçi ve ekolojik bir dünya, insanların 1968'de umduğu tarzda yeniden kurulacaktır.

 

Kısacası “Ya eko-sosyalizm ya da barbarlık… Üçüncü bir yol yok” bugünün sloganıdır.


………………….

 

Bu konuşmayı yazmak için 50 yıl öncesinin anılarında gezinirken beni sarıp sarmalayan hüznün, ne anlama geldiğini düşündüm farkına varmadan. Ve şunu farkettim: “Hüzün, aslında bir “ardından bakma”dır yaşanana. Yaşananın tortusuna. Yaşanmışlık üstüne bir yoğunlaşma, ve onun belli belirsiz değerlendirilmesidir. Kaçırılanlar, yanlışlıklar, acılar, çaresizlikler, ve geçip giden zamanın bir daha geri gelmeyeceği.

Bir pişmanlık, ya da melankoli değildir hüzün. Tutku, kızgınlık, nefret, öfke, coşku, yoktur hüzünde.

Hüzün, geçmiş bir zaman diliminin, dingin bir tatla değerlendirilmesidir. Haykırış yoktur hüzünde, çılgın bir sevinç de. Bir talep değildir hüzün, bir beklenti, doyurulması gerekli bir arzu değildir. Hüzün, “olduğu gibilik”le çıkılan bir geçmiş yolculuğudur. İçinde umutsuzluğu, küsmüşlüğü barındırmaz. Yaşanmış olanın önünde soğukkanlı bir tebessümle durabilmektir. 

Kısacası, "Ey yaşanmış olan geçmişim, ne denli yüreğimi burkarsan burk, ben hala buradayım" deriz, hüzünde. 

 

Sözlerimi Fransız ihtilalinin devrimci şairi Beranger’den bir dörtlük okuyarak bitireceğim:

 

Yolun düşerse kıyıya bir gün
Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan
Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla
Selamla onları yüreğin sevgi dolu
Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar,
Eşit olmayan bir savaşta…
Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden önce
Sana liman gösterdiler uzakta.