(ODTÜ Emekli Öğretim Üyesi)
Boğaziçi Üniversitesi’nde Ocak ayı başında öğrenciler ve öğretim üyelerince başlayan direniş devam ediyor. Öğretim üyeleri ve öğrenciler, sorulmadan, danışılmadan, hatta nabız bile yoklamaya gerek görülmeden rektörlüğe üniversite dışından yapılan bu atamaya “HAYIR” diyor. Rektör atanan Melih Bulu yönetmeyi tasarladığı Üniversite’ye yüzlerce polisle geldi. Melih Bulu’nun istenmediğini bildiği halde “Atanmam yasaldır,” deyip koltuğuna oturması beni elli yıl öncesine götürdü.
1969 yılında ODTÜ’nün efsanevi rektörü Kemal Kurdaş 8 yıl hizmetten sonra rektörlükten ayrılmıştı. Üniversite, atanacak rektör ile ilgili dedikodularla çalkalanıyordu. ODTÜ’nün özel yasasına göre rektörü Mütevelli Heyeti atıyordu. Tek koşul, rektörün Türk vatandaşı olmasıydı! Rektörün akademisyen olmasına da gerek yoktu, nitekim Kemal Kurdaş akademisyen değildi. Yasada, seçimden ve danışmadan söz dahi edilmiyordu. Bir gün duyduk ki Mütevelli Heyeti, rektörlüğe Mühendislik Fakültesi dekanı Prof. Mustafa Parlar’ı atamış. Atama yasal olmasına karşın, sorulmadan, danışılmadan yapıldığı için Üniversite’de büyük bir tepki ile karşılandı.
Mustafa Parlar mecbur olmamasına karşın, “GÜVEN OYLAMASI"na gideceğini duyurdu ve ilk uygulamayı kendi fakültesinde yaptı. Oylamanın sonunda fark azdı ama çoğunluk, “HAYIR” oyu vermişti. Parlar hemen o gün görevi Mütevelli Heyetine iade etti. Parlar arkadaşlarına, “Kendi fakültemden bile güven oyu alamadığıma göre, rektörlükte kalmamın bir anlamı yok” demişti. Bakın bu iş salt yasa ile olmuyor. Prof. Parlar’ın rektörlüğe atanması yasaldı ama bu yeterli değildi. Mustafa Parlar’ın ODTÜ yerleşkesinde güzel bir heykeli vardır! Melih Bulu’nun bugünkü, Mustafa Parlar’ın elli yıl önceki davranışlarını karşılaştırın ve bu konularda ne kadar ilerlediğimizi anlayın!
Atanan rektör Üniversite’ye polisle gelmişti, bir buçuk ay sonra bugün etraf hala polis dolu. Üniversite ve polis, bir arada hoş durmuyor. Yine elli yıl öncesine döneceğim:
1971 Mart ayında “12 Mart Muhtırası” verilmişti. Hedef tahtasında ODTÜ vardı, her olaydan ODTÜ sorumlu tutuluyordu. Üniversite’de her binanın önünde bir veya iki silahlı asker nöbet tutuyordu. Bir süre sonra Mütevelli Heyeti, Emekli General Şefik Erensü’yü rektör atadı. Sanırım amaç, ODTÜ’yü bir kışla disiplini içine sokmaktı. Fakat yanıldılar. Şefik Paşa onların kafalarında şekillenen rektöre hiç benzemiyordu!
Muhtıra döneminde bir gün bir profesörün Şefik Paşa ile bir konuşmasına tanık oldum. Profesör, Şefik Paşa’nın üniversitede binaların önünde nöbet tutan askerleri kışlalarına yollamasını eleştiriyordu.
“Paşam, yanlış yaptınız, o askerler bizim güvencemizdi, bizi onlar koruyordu. Lütfen onları geri getirin.”
Şefik Paşa’nın yanıtı ilginçti.
“Hocam, kusura bakmayın, isteğinizi yerine getiremeyeceğim. Burası üniversite, askerin bulunacağı bir yer değil. Ben üniversitede asker görmekten utanırım!”
Dikkatinizi çekerim, bunu söyleyen bir askerdi. Ben, o akademisyen adına çok utanmıştım.
Tekrar Boğaziçi Üniversitesi’ne dönelim. Polisi Üniversite kapısında gördüğümde düşünmüştüm. Bu polis rektörü kimden koruyacak, öğretim üyelerinden mi, yoksa öğrencilerden mi? Bu soruların yanıtını kısa zamanda aldım! Üniversite’de, Kadıköy’de ve daha ülkenin birçok yerinde polis öğrenciyi copladı, gaz sıktı, yerlerde sürüdü ve gözaltına aldı. Neden? Öğrenciler polise mi saldırmıştı, kırıp dökmüşler miydi? Hayır, bunların hiçbiri yapılmamıştı.
Hiç anlayamamışımdır, bir sorun varsa neden oturup konuşamıyoruz? Neden hemen şiddete başvuruyoruz. Öğrencilere şiddet uygulamazsanız, ne yapar ki bu öğrenciler? Slogan atarlar, pankart gösterirler. Peki bunun sakıncası ne? Diyorum ya, anlayamıyorum.
Boğaziçi Üniversitesi’nde bugün yaşananların benzeri 45 yıl önce ODTÜ’de yaşanmıştı. 1976 yılının sonuna doğru rektör Prof. Ilgaz Alyanak, Milli Cephe Hükümeti’nce göreve getirilen Mütevelli Heyeti’nin baskılarına dayanamayıp istifa etmişti. Yeni rektörün kim olabileceği tartışılırken, ODTÜ Psikoloji Bölümü’nden Prof. Hasan Tan’ın rektör atandığı duyuruldu. Mütevelli Heyeti ODTÜ’de gelenek olan danışmayı bir kenara iterek, kimseyi sormadan, istişare etmeden atamayı yapmıştı. Yapılan bu atama yasaldı ama çok yanlıştı. Hasan Tan hem o günün ODTÜ’sünü yönetebilecek yeteneğe sahip değildi, hem de o dönemin kutuplaşmasının içinde yer alıyordu. Onun rektör atanmasıyla ODTÜ’nün karışacağı kesindi. Atama siyasiydi, amaç “ODTÜ’yü ele geçirmek"ti. Öğretim üyelerinin ve öğrencilerin bu siyasi atamayı kabul etmeleri mümkün değildi.
Bu atama üzerine mevcut yirmi sekiz bölümün Genel Kurulları toplanıp durum değerlendirmesi yaptı ve oybirliği ile Hasan Tan’ın istifasını istedi. Öğretim Üyeleri Derneği’nden de oy birliği ile istifa kararı çıktı. Üniversite’nin en üst akademik kurulu olan “Üniversite Konseyi” de acele toplanıp durum değerlendirmesi yaptı. Orada da Hasan Tan oy birliğine yakın bir çoğunlukla istifaya davet edildi. Üniversite Konseyi buna ek olarak iki karar daha aldı: Tüm akademik yöneticiler istifaya çağrıldı ve öğretim üyelerinin önerilen akademik yöneticilik görevlerini kabul etmemeleri önerildi. Konsey’in sık sık toplanması pratik olmayacağından, Konsey yetkilerini dört kişilik bir İcra Komitesi’ne devretti. İcra Komitesi’nin başkanı, ünlü bilim insanı Ord. Prof. Cahit Arf’tı. Öğrenciler de yapılan bir Forum sonunda süresiz boykot kararı aldılar. Konseyin istifa önerisini benimseyen tüm dekanlar ve rektör yardımcıları istifa ettiler. 28 bölüm başkanının 27’si de istifa etti. Bir iki istisna dışında hiçbir öğretim üyesi akademik yöneticilik görevi kabul etmedi.
İcra Komitesi tarafsız medya aracığı ile ODTÜ’deki direnişin siyasi olmadığını, tam tersine üniversiteye siyaset sokulmasına karşı direniş olduğunu anlatmaya çalıştı. İcra Komitesi tüm parti başkanlarını da ziyaret ederek onlara durumu anlattı.
Karşı atak Hasan Tan’dan veya onu yönlendirenlerden geldi; Üniversite’ye 200 silahlı militan, işçi olarak alındı. Artık hiçbirimizin, özellikle de biz İcra Komitesi üyelerinin can güvenliği kalmamıştı. Sürekli tehdit ediliyorduk ve her gün birkaç olay oluyordu.
ODTÜ’nün bu onurlu direnişi dokuz ay sürdü. Dokuz ay sonunda Hasan Tan istifa edip ayrıldı. Dokuz ayın faturası çok ağır oldu. Dersler bir yıla yakın süre yapılamamıştı. Araştırmalar ve tüm akademik faaliyetler sekteye uğramıştı. Yurt dışıyla ortak araştırma projeleri yürüten bazı öğretim üyeleri bu çalışmalarını yurt dışında tamamlamak için ayrılmışlar ve bir daha geri dönmemişlerdi. Dokuz öğrencimiz öldürülmüş, beş öğretim üyesinin evine bomba atılmıştı. Hasar çok büyüktü, onarılması yıllar aldı. Ne yazık ki hasarların bazıları da kalıcı oldu.
Hasan Tan döneminin faturası çok ağırdı, ancak eğer Hasan Tan’ın ODTÜ’ye rektör olması öğretim üyeleri ve öğrencilerce kabul edilseydi, hasar daha büyük olacaktı. Hasan Tan’ın rektör olduğu ODTÜ, ODTÜ’yü ODTÜ yapan özelliklerini hızla yitirecek ve adı üniversite olan bir yüksek okula dönüşecekti. Bu ortamda ODTÜ’de görev yapan bilim insanlarından çoğu da istedikleri araştırma ortamını bulamayacaklarından Üniversite’yi terk edeceklerdi.
Bugün Boğaziçi Üniversitesi, 45 yıl önce ODTÜ’nün yaptığı mücadelenin benzerini yapıyor. Bu mücadeleyi yalnız kendi sorunu olduğu için değil, tüm üniversitelerimiz için yapıyor. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki meslektaşlarım ve öğrenciler, “Rektör tepeden inme atanmamalı, bu yanlış, bu değişmeli,” diyorlar.
Ülkemizde 1950’den bu yana, yetmiş yıldır Üniversite-Siyasi iktidar sürtüşmesi var. Ellili yıllarda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin genç dekanı Profesör Turhan Feyzioğlu açılış konuşmasında, “Gençler, nabza göre şerbet vermeyin,” dediği için derhal görevden alınmıştı. Dönemin başbakanı Adnan Menderes üniversite öğretim üyelerini, "Kara cüppeliler” diye aşağılamıştı. Üniversitelere 1961 Anayasası ile verilen özerklik uzun sürmemiş, üniversiteler 1981 yılında YÖK ile 1961 öncesinden de geriye götürülmüştür.
Kanımca üniversiteler ve siyasi iktidarlar arasında sürüp giden sürtüşmenin iki nedeni var: Birincisi, siyasilerin iktidara geldiklerinde tüm kurumlara hakim olma hevesi, ikincisi ise üniversite kavramının tam olarak anlaşılmamış olmasıdır. Bunu biraz açıklamak gerekir. Çoğu vatandaşımız gibi siyasilerin çoğunluğu da üniversite eğitimini, lise eğitiminin devamı gibi görmektedir. Yani üniversite eğitimini, lise eğitimi gibi bilgi aktarılan bir eğitim olarak görüyorlar. Bence yüksek öğretimi ikiye ayırmak gerekir; (a) üniversite eğitimi ve (b) yüksek okul eğitimi. İsim önemli değil. Birçok yüksek öğretim kurumunun adı üniversitedir ama, öğretimin niteliği açısından orası bir yüksek okuldur.
Yüksek okul eğitiminde öğrenciye bilgi ve teknoloji öğretilir, yani öğrenciye bilinenler aktarılır. Üniversite eğitiminde ise bir miktar bilinen aktarılır, ancak esas olarak üniversitede bilgi ve teknoloji üretilir. Üniversite, gerçeğin araştırıldığı yerdir. Bu nedenle bir yüksek eğitim kurumunun üniversite olarak nitelenebilmesi için orada her türlü düşünce ve görüşler özgürce dile getirilebilmeli, tartışılabilmeli ve sorgulanabilmelidir. Eğitim eleştiriye açık olmalıdır. Öğretim üyeleri akademik yöneticilerin atanmasında söz sahibi olmalıdır. Eğer bunlar olmazsa adına istediğiniz kadar üniversite deyin, orası üniversite olamaz. Bu arada Cahit Arf Hoca’nın Hasan Tan döneminde Genel Kurmay Başkanı’na yaptığı harika bir üniversite tanımını burada vermek istiyorum.
İcra Komitesi olarak parti başkanlarını ziyaret ederken Genel Kurmay Başkanı da bizi dinlemek istedi. Sözcü olarak ben sunumumu bitirdiğimde, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar bir soru sordu.
"Hocam, bizim de üniversitemiz var, Harp Okulu. Neden sizde boyuna hır gür çıkıyor da orada çıkmıyor?”
Yanlış anlaşılmaktan korkarak bir an sessiz kaldım. O sırada Cahit Arf Hoca araya girdi.
“Uğur, bu soruyu ben yanıtlıyayım.” Sonra Başkan’a dönerek,
“Paşam, siz Harp Okulu’nda öğrenciye ne öğreteceğinizi biliyor musunuz?” diye sordu. Genel Kurmay Başkanı bu soruyu hemen yanıtladı:
“Elbette biliyoruz.” Cahit Hoca yerinden hafif doğrularak şöyle dedi.
“Paşam işte sorun bundan kaynaklanıyor. Siz ne öğreteceğinizi biliyorsunuz. Üniversitede biz öğrenciye ne öğreteceğimizi tam olarak bilmiyoruz. Üniversite gerçeğin araştırıldığı yerdir. Gerçek konusunda herkes aynı düşünceye sahip değildir. Bu nedenle tartışma ve eleştiri üniversitenin olmazsa olmazlarıdır.”
İktidar-üniversite sürtüşmesinin ana nedeni, yukarıdaki anekdotta yer almaktadır. Sorun, siyasi iktidarların üniversiteleri lise veya yüksek okul gibi görmeleridir. Bu anlayış değişmedikçe maalesef sorun çözümlenemeyecektir.
Dünyada bilgi ve teknoloji üretimi baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Bilgi ve teknoloji üretemeyen ülkelerin uluslararası arenada hiç saygınlığı yok. Bilgi ve teknoloji üretiminin ana kaynağı ise üniversitelerdir. Üniversitelerini yüksek okul düzeyine indiren bir ülke bu yarışta yer alamaz. Bugün çok kısıtlı olanaklarına rağmen Boğaziçi, ODTÜ gibi birkaç üniversitede bilgi ve teknoloji üretilebiliyor. Bu kurumları hırpalamak yerine onlarla gurur duyup desteklemeliyiz. Bunu yapmazsak, kendi bindiğimiz dalı kesmiş oluruz.
* Prof. Dr. Uğur Ersoy’un fotoğrafı, Bodrum ODTÜ Mezunları Derneği'nin (BODTÜM) 16 Kasım 2018 akşamı Bodrum Mimarlık Kitaplığı salonunda gerçekleşen etkinliği sırasında kaydedilmiş videodan alınmıştır.