Çağdaş toplumların odağında ve zirvesinde olan “birey”in (esas itibari ile temel ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile kendisinin) oluşturduğu devlet ile ilişkisini, bir aygıttan ibaret devletin asıl “efendi” olan birey karşısında “kamu hizmetkarı” (public servant) olması ilkesini, ya da Osmanlı’dan devraldığımız feodal “kul- ümmet” genetik mirasının “çağdaş yurttaş-çağdaş toplum”a evrilmesi süreçlerini ve bu yönde tamamı bilinçli engellemeleri ayrıntılı irdelemeye girmeden burada sadece not etmiş olmayı yeğliyorum. Konu başlığımız açısından asıl ve öncelikli olan; üzerinde uzlaşması ve müdahalesi zor, değiştirme süreçleri zorlu ve yavaş olan hukuksal düzlemdeki “birey-devlet” ilişkileri değildir. Günlük kentsel yaşam üzerinde asıl belirleyici ve somut olan “birey-yerel yönetim” ilişkisi algı, kurgu, planlama, uygulama, yönetim ve denetim boyutlarında etkin bir propaganda ve yoğun ve karmaşık bir eylem alanını oluşturur.
İnsanlık tarihinde; 26-27 yüzyıl önce din fetişizmini terk ederek doğa bilimlerine yönelmek nasıl bilim devriminin önünü açtı ise, 14. yy ile 19.yy arasında yaklaşık 500 yıl süresince monarşinin demokratik sistemler ile, teokratik taassubun laiklik ile ve feodal toplum düzeninin çağdaş bireysel mülkiyet düzeni ile yer değiştirmesi nasıl aydınlanma ve sanayi devrimini tetikledi ise, küreselleşme pervasızlığı içinde vahşi ve toksik kentleşme de yerelin farkedilmesi ve yerel devrime yol açmıştır.
Halen dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan kentli nüfus, çok değil 30-40 yıl içinde yüzde doksanları aşacak. Kentsel alanlardaki doğal nüfus artışı çok düşük (hatta bazen negatif) oranlarda seyretmesine rağmen kentlere yığılmanın asıl gerekçesi, kırsal alanda geleneksel üretim düzeninin çökmesi ve üretim dışı kalan kitlelerin istihdam ve farklı yaşam fırsatları vadeden kentlere yoğun göçüdür. Kent planlama ve kent yönetimi deneyimi onlarca yüzyılı geçen (ağırlıklı Batılı) ülkelerde bile, yoğun göçe dayalı hızlı ve dengesiz büyümenin çözülmesi zor sorunların –hatta sorun sarmallarının– nedeni olduğu bilinen bir gerçek.
Kent ve kent yaşamı tarihi açısından geçmişi 12 bin yıl geriye uzanan, dünyanın en eski ve öncü örneklerini bünyesinde barındıran bizim coğrafyamızda da; İstanbul başta olmak üzere, hemen bütün kentsel yerleşmelerin son 11-12 yüzyıl içinde ardı-arkası kesilmeyen istilalar, savaşlar, fetihler, seferler, depremler, yangınlar, susuzluk vb gerekçelerle sürekli hırpalandığını, ekonominin ve sosyo-kültürel gelişmelerinin telafi edilemeyen kesintilere uğradığını iyi biliyoruz.
Çağdaş kent, bireylere ve toplumlara iki şey vadeder; (1) insan öncelikli bir kent yaşamı düzeni ve (2) yaratılan her türlü ekonomiden siyasete, kültür-sanata, eğitim-sağlığa-düşünsel aktivitelere, spordan eğlenmeye kadar kentsel artı değerden pay.
Kentin vadettiklerinin hayata geçirilmesi yönünde; kentsel yaşam kurgusunun oluşturulması da, kentsel artı değerden payın adil paylaşımı da asla serbest bırakılamaz. Ekonomiden bir kıyas referansı alacak olursak, kent yaşamında; Adam Smith’in “bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler” serbestliği değil, J. M. Keynes’in “temel unsurların planlanması ve özellikle denetimi” esasları geçerli olmak zorundadır.
Birlikte yaşam alanları olarak kentler; (1) elitistten-katılımsala hangi yöntem ile olursa olsun iyi planlanmalı, (2) merkezi iktidardan yerel yönetime veya özel sektöre kimin marifeti ile olursa olsun iyi inşa edilmeli, (3) mutlaka ve sadece yerel yönetimler tarafından iyi yönetilmeli ve (4) yerel halk eli ile doğrudan ve/veya uzman kuruluşlarca mutlaka iyi denetlenmelidir.
Bugün; ülkemiz kent yaşamı pratiğinde çok sayıda kuruluş (örneğin İstanbul’da 16-17) plan yapma ve onaylama otoritesine sahip ve merkezi hükümet de yerel erki sürekli baskılıyor ise, iyi planlama süreç ve performansından bahsetmemiz imkansızdır.
Aynı şekilde; özellikle büyükşehirler bünyesinde büyükşehir ile ilçe belediyeleri arasında yetki ve egemenlik alanı kaos ve kargaşası bir realite ve birinin yaptığını diğerinin bozduğu çok sayıdaki kamu hizmet biriminin (örneğin; İstanbul’da 7-8) varlığı yadsınamayor ise, iyi uygulama ve inşa olgusu da kesinlikle yok demektir.
Kentleri kurguluyor, planlıyor ve inşa ediyor olmak çağdaş kent yaşamı için yeterli değildir. Çağdaş kentleri yazılı kurallar değil, esas itibari ile etkin müeyyideler yönetir. Kente ve kentliye karşı işlenen her türlü suç cezasız kalmış, kurallara uymayanlar toplum içinde negatif ayrıştırılmamış ve cezalandırılmamış ise, kent zaman içinde mutlaka suç cennetine dönüşecektir. Kente entegre ol(a)mayanları hiç rahatsız etmeyen böyle bir negatif olgu gerçek kentli için ağır bir bedele dönüşür, onun giderek kente yabancılaşmasına neden oluşturur. Kente yabancılaşan kentlilerin öncelikle kente karşı sorumluluklarının erozyana uğraması, bilahare “kent hakkı” talebinin giderek azalması (ve hatta bitmesi) süreçlerinin varlığı ne yazık ki günümüzün acı veren gerçeklerini oluşturmaktadır.
Yerel erk, özünde; hem halkın doğrudan denetlemesi hem de yerel-merkezi kurumlar ve uzman meslek kuruluşları marifeti ile denetlenmesi, en önemlisi de doğrudan kamuoyuna hesap vermek süreçleri sonucu tamamlanır. Hesap vermeyen ve denetlenmeyen yönetimler asla gerçek yerel erk kurumları olamaz ve varlıklarını sürdüremezler. Bugünkü pratiğimiz, ne yazı ki; iyi denetlenmesi zorunlu kent yaşamının, siyasi mülahazalar ile ya hiç denetlenmediği ya da kasten ve özellikle cezalandırmak saiki ile taraflı olarak denetlendiği şeklindedir.
Bugün toplam kamu harcamaları içinde yerel harcamaların payı; gelişmiş ülkelerde %65-70 civarında seyrederken, Türkiye’de %9-10 seviyelerindedir. Net bir yargı ile, ülkemizde toplumsal yaşamın merkezden yönetildiğini, merkezi siyasi inisiyatifin yereli baskıladığını ve vesayet altında tuttuğunu söylemek yanlış olmaz. Hatta, planını merkezden yapıp merkezden onaylamak, vergisini merkez adına toplamak, ihalelerine müdahale etmek, sporundan eğlencesine merkez tercihlerini dikte etmek, siyasi saiklerle denetleme sopası yol ve yöntemi ile yerel olanı merkezileştirmek konularında dünya pratiğine son derece aykırı bir tutumda ısrarcı olduğumuzu da kimse inkar edemez.
İçinde olduğumuz şu günlerde ülkenin iç politikadan dış politikaya, yargıdan medyaya, eğitimden sağlığa, akademiden tarıma, ekonomiye, kültür-sanata, hatta spora, günlük yaşama kadar pek çok yönden oldukça zor bir süreçten geçmekte olduğu artık yadsınamıyor. Birbirini izleyen siyaset ve kamu yönetimi yanlış uygulamaları sonucu “iktidar-muhalefet” düzleminde sorunlar yumağı ve krizi doğdu. Otoriter yönetim ve yetersiz bir muhalefetin bedelini, bir “kusursuz kriz” yaşamak zorunda bırakılan toplum ödüyor. Kamu yönetiminin hiçbir hizmet odağında denetlenmiyor ve hesap vermiyor olması hem krizi derinleştiriyor, hem de çözümüne ilişkin rasyonel yol ve yöntemlerin geliştirilmesi olanaklarını geciktiriyor, belki de ortadan kaldırıyor.
Kusursuz krizin niteliği ve toplum üzerindeki etkilerini başlıktaki konumuz açısından özetle ifade etmek gerekir ise; kentsel yaşam değerler sistemi ve manzumesini üretemiyor olmamız bir yana, kalıcı ve toplumla didişmeyen bir “belediyecilik kültü”nden tümü ile yoksun olduğumuzu, iktidarın bu yönde bir niyeti ve hazırlığı olmadığı gibi muhalefetin de buna herhangi bir itirazının bulunmadığını, yine muhalefetin iktidar perspektifi olmadan nasıl bir belediyecilik icra edeceği yönünde ikna edici ve nesnel bir planının esamesinin okunmadığını, yönetilmeyen kentsel yerleşimlerin birer kaos ve sorunlar kompleksine dönüştüğünü söylemek hiç de abartılı olmayacaktır.
Aşırı ve toksik kentleşme süreci içinde; kentsel yerleşmelerimizde henüz kasabalı (hatta köylü) niteliklerini terk edememiş kitlelerin sayı ve oranının çok yüksek olması, birlikte yaşama kültürünü benimsemediği halde kent yaşamına çok etkin katılan, hatta kent yaşamındaki kuralsızlığı dikte edip birlikte yaşamanın çağdaş kurallarını hiçe sayan bu kesimin hiçbir şekilde kente ve kentsel yaşama entegre ol(a)maması “kent demokrasisi’nin oluşmasına ve gelişmesine de çok güçlü bir bariyer oluşturmaktadır. Ortada gerçek anlamda “kentli kitleler” olmayınca, doğal olarak, “kent demokrasisi” de olamıyor. Avam deyişi ile; “demokratsız demokrasi olmuyor!...”