“Dünyadaki yüz bin şehrin her birinde güneş benzersiz şekilde batıyor. Sadece bir defa buna şahit olmak için seyahat etmeye değer.” – R.Murakami |
Beyazın değişik tonlarının egemen olduğu, denizin buz mavisiyle, dorukları karlı dağların çevrelediği, Ocak Ayı’nda güneşin hiç doğmadığı, rengarenk prefabrik evleriyle Longyearbyen Şehrinin görmeden bilemeyeceğim masalsı güzelliği değildi beni Svalbard adasına çeken. Evet, seyahatlerimin pek çoğu renk tutkum nedeniyle oldu desem pek de yanıltıcı olmaz. Hindistan’daki baharatlardan, Peru dokumasının renklerine kadar.
Aurora Borealis adı verilen Kuzey Işıklarını görmek ise, dünyadaki yaşamın en kuzey noktası kabul edilen 87. Paraleldeki Svalbard Adasına seyahatimin ana amacıydı.
Longyearbyen sakinlerinin evleri ve Madencilerin anısına yapılan heykel |
Norveç’e bağlı Svalbard, Kuzey Buz Denizi’nde bir adalar topluluğu. İskandinavya ile Kuzey Kutbu’nun tam ortasında, buzlarla kaplı, ayıların sayısının insanlardan daha fazla olduğu bir yerleşim. Svalbard Adası’nın en büyük yerleşimi olan Longyearbyen uçakla Oslo’ ya üç saatlik bir mesafede. İstanbul-Oslo arasının 3,5 saat olduğunu düşünürseniz, ne kadar kutuplara yaklaştığımı hayal edebilirsiniz.
Soğuğa karşı hazırlıklıydık, ancak uçaktan inerken yüzümüzü bıçak gibi kesen soğuk ve kar fırtınası ile iliklerimize kadar donduk. Sıcaklık -29° C ancak hissedilen -44° C idi. 15 dakika içinde merkeze ulaştık.
Kasım- Şubat arasında 24 saat boyunca karanlık olan “uzun yıl şehri” Longyearbyen, bizi buz mumluklar içindeki ışıklar ile karşıladı. Nüfusu sadece 2600 kişi olan, insandan çok ayının yaşadığı şehrin merkezi cıvıl cıvıl. Cadde üzerine sıralanmış ahşap dükkanlar, bar ve restoranlar gece saat 23.00’ye kadar açık.
İlk şaşkınlığım kaldığımız otelin Kenya’da Masai Mara’da kaldığım Basecamp Oteli ile aynı otel zincirine dahil olduğunu keşfetmem ile oldu. Sevimli, iki katlı ahşap otelin lobisinde ayakkabılarınızı çıkartmanızı rica eden bir yazı sizi karşılıyor. Taş olan giriş yerden ısıtmalı. Resepsiyonda çalışan Lena, oda kapılarında kilit olmadığını, anahtara ihtiyaç duymayacağımızı söylüyor. Bir yandan da çok kuralcı ve disiplinli insanlar; Müze ve kilisede de girişte ayakkabı çıkartılıp terlik giymek gerekiyor.
Basecamp Otelindeki odamız ve Buzdan yapılmış mumluklar |
Kaldığımız otelin içinden geçtiğimiz Kroa Bar’da karşımıza Lenin büstü çıkıyor. Yakınlardaki terkedilmiş kasabada 3-5 Rus yaşadığını öğrendiğimiz için Barmen Andre’ye nedenini soruyoruz. Barensburg’daki bir atölyede ahşap işleri yapan Rus Usta, restorana yaptığı ahşap barı monte ettikten sonra hediye olarak Lenin heykelini de en gösterişli köşeye yerleştirivermiş.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan Svalbard uluslararası anlaşmasıyla Norveç’in Svalbard takımadaları ve karasuları üzerinde tam ve mutlak bir egemenlik hakkı bulunmakla birlikte, antlaşmaya taraf olan devletlerin vatandaşlarına adalarda oturma hakkı, balıkçılık ve avlanma hakkı, madencilik ve ticari alanlarda faaliyetlerde bulunma gibi alanlarda eşit haklar sağlanmış. Bu ülkeler arasında Türkiye bulunmuyor.
Adanın ilginç özelliklerinden biri de, dünyadaki hemen hemen tüm tohumların yer altında depolandığı ve doğal ya da nükleer felaketlere karşı korunacak şekilde tasarlanmış olan Küresel Tohum Kasasının burada olması. Hava sıcaklığının yıl boyunca 0 °C altında kalmış olması ek bir enerji harcanmasına gerek olmaksızın koruma sağlıyor. Bizim ülkemizden ise hiç tohum gitmemiş. Projenin babası olarak bilinen Cary Fowler, bu kasayı “güvenlik deposu” olarak tanımlıyor. Kar amacı gütmeyen uluslararası Crop Trust Organizasyonu’nun eski başkanı da olan Fowler, kasanın “kıyamet ambarı” olarak da bilinmesine rağmen daha çok bir yedek depo olarak tasarlandığını söylüyor.
Longyearbyen’de ilkokul, ortaokul, lise, üniversite, spor merkezi, kültür merkezi, banka, süpermarket, alışveriş merkezi, kilise ve müze var .Üniversitede yaklaşık 350 öğrenci bulunuyor.
Kasabaya yerleşmek için orada iş bulmak şart, yoksa buraya yalnızca turist olarak gidebilirsiniz. Sohbet ettiğimiz Lena, Mart Ayı’nın ilk günlerinde güneşin sıcaklığının hissedilmesiyle başlayan Güneş Festivalinin halkın en sevdiği etkinliklerin başında geldiğini anlatıyor. Şehirde bu dönemde konserler, spor etkinlikleri ve şenlikler düzenleniyor. Yaşayanların çoğunluğu Norveçli.olmak üzere Filipinli ve İsveçlilerden oluşuyor. Uzun yıllardır burada yaşamaktan mutlu olduklarını söylüyorlar. Geziye birlikte çıktığım oğlum, Longyearbyen için “ölmenin yasak olduğu şehir” diye anıldığını söylemişti. Genellikle maden işçilerinin yaşadığı bu şehirde 1918 Yılında yaşanan bir grip salgını yüzünden çok sayıda insan ölmüş. Tam yetmiş yıl sonra 1998 yılında cesetler mezarlarından çıkartıldığında çürümediği görülmüş. Bilim insanları bu ölümcül virüsün canlı örneklerini almayı başarmış. O günden beri eğer çok hastaysanız, ana karaya sizi göndermek için her türlü çabayı göstermeye devam ediyorlarmış.
Longyearbyen bir maden şehri. Halen aktif bir kömür madeni var. Çıkarılan kömür, adanın elektrik ve sıcak su ihtiyacını karşılıyor. Su ve kanalizasyon boruları ise yer altında değil, üstten geçiyor ve ısıtmalı borular kullanılıyor. Tüm binalar prefabrik ve yerden ısıtmalı. Sabah taze kırmızı meyvalar ve tereyağı gibi ekmeğe sürülen tuzlu ve karamelize tatlı kahverengi peynir olan ‘Brown Cheese’ den oluşan zengin bir kahvaltı sonrası küçücük şehri gezmeye çıkıyoruz. Gün boyu hava alacakaranlık, gün aydınlanırken kararıyor. Saat 16.00’ da, kar motosikletlerinin park alanına geliyoruz. Sekiz kişilik grup olarak önce termal kar giysileri, çizmeler, yün kar maskesi “baklava” ve yün eldivenlerimizi giyiyoruz. Kısa bir kar motosiklet eğitimi sonrası, Kuzey Işıklarını en iyi izleyebileceğimiz dağın eteğine yola çıkıyoruz. Bir gün sonra dolunay var. Ay etrafı aydınlatıyor. Tipi halinde yağan kar yağışı altında 45 dakika yol alıyoruz. Husky Kamp alanına geldiğimizi sessizliği bozan havlamalardan anlıyoruz. Kampta 104 köpek yaşıyor. Rehberimiz Husky’lerin - 60° C soğuğa dayanıklı bir köpek türü olduğunu söylüyor. Kuzinenin ısıttığı yemek kulübesinde geyik yahni ve patates püremizi şarap eşliğinde yiyoruz. Ekibin diğer gezginleri Fransız Aile ve Alman Öğrenci ile sohbete dalıyoruz. İnternete her yerde çok rahat ulaşılabildiğinden, Auroral Nowcast for Svalbard sitesinden anlık kuzey ışıkları haritasını takip ediyoruz. Bu arada, geceyi geçireceğimiz kulübeyi anlatmadan geçemeyeceğim. Hepimizin bir arada kalacağı kulübede tahta kerevetler ve çift kat uyku tulumları bulunuyor. Tahta kerevetlerin üzerinde Ren Geyiği postları var. Ortadaki masanın üzerinde termos içinde sıcak kahve hazır. Köşede yanan tüp gaz sobasını ise yatarken söndürüyoruz. Gece bir ara uyku tulumu dışında kalan kolumun buz kestiğini farkediyorum. Kutup sessizliğinde uykuya dalıyorum.
Kulübeden Kuzey Işıkları |
Gece 02.00’de tipi azaldığında gökyüzü hareketleniyor. Bir perdenin rüzgârda dalgalanması gibi, değişik ve karmaşık bir ışık gösterisi başlıyor. Cep telefonlarımızla fotoğraflamaya çalışıyoruz. Bir süre sonra gökyüzü yeşil ışıklarla kaplanıyor. Kanada’nın kuzeyinde bulunan Kri (Cree) halkı bu olayı ‘Ruhların Dansı’ olarak yorumluyormuş. Fotoğraflarında gördüğümüz kadar aydınlanma yaşayamasak da burada olmanın harika bir duygu olduğunu düşünüyorum.
Kuzey ışıkları, yani adını Şafak Tanrıçası Aurora'dan alan Aurora Borealis, “dünyanın manyetik alanı ile Güneş'ten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu gökyüzünde ortaya çıkan doğal ışımalar” olarak tanımlanıyor. Farklı renklerde ışıkların görülmesinin nedeni farklı iyonların olmasından geliyor. Yani ışıklar, oksijen atomlarından çıkmışsa genellikle yeşil, nitrojen atomlarından çıkmışsa genellikle kırmızı renkli oluyor. 30.000 sene önce yaşamış Cro-Magnon’ların (erken homosapienler) Güney Fransa’da mağara tavanlarına çizdikleri kuzey ışıklarını anlatan resimlere rastlanmış.
Ertesi gün kulübelerden ayrılıyoruz, sabah karanlığında, kar motosikletleri ile buz mağarasına gitmeye karar veriliyor. Fakat havanın çok soğuk olması ve donma riskine karşı grubun bir kısmı otele geri dönüyor. Maceraya atılmayı sevsem de, sıcak bir yere kavuşma isteğimin ağır basmasıyla otele geri dönenler arasında yer alıyorum.
Husky, Kafr Kızakları ve oğlum Oğuz Dilli |
Son gün Husky Kızak Gezisi var. Lapland’da kullandığım için kızak turuna katılmıyorum. Hiç ağacın yetişmediği Svalbard’da göz alabildiğine uzanan kar çölünde kızaklar ve köpekler hazırlanıyor. Görevli, kızakların nasıl kullanılacağına ilişkin 15 dakikalık bilgi veriyor, işaretlerle nasıl anlaşılacağını anlatıyor. Kızaklar iki kişilik. Dönüşümlü olarak kullanılıyor. Bir kişi kızağın arkasında ayakta kızağı kullanırken, diğeri Ren Geyiği Postu serilmiş kızakta oturuyor. Ayakta duranın ayağının altında fren görevi yapan bir mekanizma var. Kızakları altı köpek çekiyor. Biri lider oluyor. Her birinin bir adı var. Bakımlı, mavi gözlü güzel canlar. Husky’lerin coşkulu sevinç çığlıkları ile konvoy halinde yola çıkılıyor. Koşarken susadıklarında kenarlardan kar yiyorlar. Safari dönüşünü heyecanla bekliyorum. Neşeli anlatılar ve çekilen fotoğraflar akşam yemeğine eşlik ediyor.
Dört gün süren ama haftalardır oradaymışız gibi dolu dolu yaşadığımız 87. Paralele yolculuğum gene bir akşam vakti kar yağışı altında sona eriyor. Ahmet İnam’ın bir sözünü hatırlıyorum; “Zamanı yönetebilen zaman kazanır! Zamanda sürüklenene göre kısa sürede çok yaşar, yoğun yaşar. Yoğun yaşam sıkış tepiş bir yaşam değildir, dolu dolu yaşamdır”.
Bir başka gezide buluşmak üzere.