Pelin Buzluk, 1984’te Ankara’da doğdu. Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun olduktan sonra ODTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü’ne girdi. 2008’de lisans eğitimini tamamladı. Öykü ve yazıları 2002’den bu yana Varlık, Kitap-lık, Notos, Sıcak Nal, Dünyanın Öyküsü, Özgür Edebiyat, Akköy, Nikbinlik ve Kül Öykü dergilerinde yayımlandı. Şimdiye kadar yayımlanmış olan üç tane öykü kitabı vardır. Üç öykü kitabı da çok önemli üç ayrı öykü ödülünü almaya haketmiştir. Deli Bal (2010) adlı ilk öykü kitabı Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne, ikinci öykü kitabı Kanatları Ölü Açıklığında (2012) Selçuk Baran Öykü Ödülü’ne, son öykü kitabı En Eski Yüz (2016) ise Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’na layık görüldü. 2010 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığında uzman olarak göreve başladı. Bu görevinden OHAL döneminde KHK ile ihraç edildi. Görevinden ihraç edilme sebebi akademisyenlere destek imzacısı yazarlar arasında yer almasıdır. Bir kız çocuğu annesi olan Pelin Buzluk Çevre Mühendisi olarak ve sivil toplum kuruluşlarında üstlendiği işlerle çalışmalarına devam etmektedir. |
Bizimle bu söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için, size çok teşekkür ederiz. Mart ayında derneğimiz edebiyat çalışma grubu ile bir etkinlik gerçekleştirdiniz. Çok güzel bir etkinlik oldu. Bu vesileyle de İstanbul derneğine (ODTÜMİST) ilk defa gelmiş oldunuz. Dilerseniz söyleşimize de buradan başlayalım. Dernek hakkındaki izlenimlerinizi alabilir miyiz? Ve kısa bir etkinlik değerlendirmesi yapabilir misiniz? |
Dernek bünyesinde böyle güzel bir okur topluluğu olduğunu görmek çok mutlu etti. Yaş farkı ne olursa olsun ODTÜ’lülükte bir kardeşlik ve arkadaşlık buluyorum, etkinlikte de hissettiğim temel duygu buydu. Öykülerimi okuma fırsatı bulan katılımcılarla öykülerle ilgili, diğer katılımcılarla genel olarak edebiyatla ilgili konuştuklarımızdan edebiyatım payına epey zihin açıcı fikirler edindim. Keyifli bir etkinlikti. |
Bize biraz öykü yazarlığınızdan bahsedebilir misiniz? Ne zaman başladınız, öykü sizin için ne ifade ediyor? |
Ben küçükken TRT’de “Alacakaranlık Kuşağı” vardı. Bu kuşakta korku filmleri yayınlanırdı ve genelde Alfred Hitchcock filmleri gösterilirdi. Üç ya da dört yaşındayken korku filmlerini ben de izlemek istiyordum. Annem kâbus görmeme neden olduğu için izlememi istemezdi. Benim odamın kapısı salona açılıyordu. Ben de uyandığımı anlamasın diye karanlıkta kapı aralığından izlerdim. Bu şekilde daha çok korkuyordum tabii. Bu durum çok kâbus görmeme sebep oldu. Zaten o yıllarda, evde geçen yalıtılmış bir çocukluğum vardı. Beş yaşıma gelmeden okumayı öğrenmiştim. Düzgün olmasa da yazmayı öğrenmiştim. Gördüğüm kâbuslardan çok etkileniyordum. Annem de bana bir ajanda vermişti. Kâbuslarımı yazmamı söyledi. “Yazarsan gider, kurtulursun onlardan,” demişti. Dört yıl boyunca yazdım. Gördüğüm kâbusları birleştirip yeni şeyler kurguluyordum. Yazmak benim için iyileşme, kendi içimi kazma, ortaya dökme gibiydi. Ondan sonra da çok uzun yıllar günlük tuttum. İlk olarak ODTÜ’de edebiyat topluluğunun çıkardığı dergide öykülerim yayımlandı. Sonraları mezun olunca katıldığım Perşembe Grubu’nun cesaretlendirmesiyle bir dosya oluşturup Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödüllerine başvurdum ve öykü dalında ödül kazanmam sonucu dosyam kitap olarak basıldı. Öykü benim için cezbedici bir tür. Bir düş kuruyorum ve onu sözcüklerle başkalarına göstermeye çalışıyorum. Şansım varsa okuyanların ne gördüğünü işitme fırsatı buluyorum. Öykünün yaşam dünyasını kurabilmek için küçük bir hacim var, bu da ayrıca gönül çeliyor. Damıtılmış bir dil ve tutumlu sözcük kullanımı gerekli. Roman yazarları bir düşü uzun bir zaman boyunca kurar, bana yeni düşler kurmak daha çekici geliyor. |
ODTÜ’de geçirdiğiniz dönemin yazarlığınıza katkısı ne oldu? |
ODTÜ Edebiyat Topluluğundaki yaşça büyük arkadaşların sert eleştirileri ile eleştiriye aşina hale geldim. Hangi eleştiriyi dikkate alacağımı da yavaş yavaş bu sayede öğrendim. İlk öykülerim toplulukça çıkardığımız “Nikbinlik” adlı dergide yayımlandı. Bir tür olarak öykü üzerine kafa yormaya da topluluk çalışmaları ile başladım diyebilirim. Bunun dışında ODTÜ Kütüphanesinden epey faydalandım. Edebiyatımızın klasiklerinin neredeyse tamamını kütüphaneden alıp okuyabildim. Eğer elimin altında böylesine zengin bir kütüphane olmasaydı, öğrenci harçlığımla onca kitabı edinmem mümkün olmazdı. |
Öykü yazarı olarak çok başarılı bir yerdesiniz. Yayımlanan üç kitabınız da üç önemli öykü ödülüne layık görüldü. Aldığınız ödüllerden ve sizin üzerinde nasıl bir etki yarattığından bahsedebilir misiniz? |
Ödüller, popüler bir tür olmayan öyküyü ve girişken olmayan beni bir nebze öne çıkardı, okura sesimi duyurmama yardım etti, bana yazmayı sürdürmem için cesaret verdi. Bununla birlikte ödül bana bir olmuşluk hissi vermedi hiçbir zaman. Bu yanıma, daimi acemiliğime güvenerek ödüllere başvurdum. İyi okur yalnızca ödüle bakmaz, bunu kendimden biliyorum. Bu açıdan da içim hep rahat. |
Edebiyat topluluğu ile yaptığımız etkinlikte de “benim için bundan sonra en büyük ödül öykü çevirilerimin yayımlanması ve çeviri bir öykü kitabımın çıkması” diye söylemiştiniz. Bu konuda girişimler olduğundan da bahsettiniz. Bu sürecin nasıl devam ettiğini değerlendirebilir misiniz? |
Şu anda son kitabım “En Eski Yüz”ün İngilizceye çevrilmesi için çalışmalar var. Şimdiye dek aldığım ödüller, edebiyatımı görünür kılarak okura ulaşma şansını yurtdışında da artıracaktır diye umuyorum. |
Çeviri edebiyatın- özellikle de- öykü alanında zorlukları olduğunu düşünüyor musunuz? Öykü de bir yerde şiir gibi dil işçiliği gerektiren bir yazın türü. Çeviri edebiyat da belki de bir yeniden yazmayı gerektiriyor. Çeviri öyküleriniz için değer kaybetmesi endişesi taşıyor musunuz, bu bağlamda ne kadar risk aldığınızı düşünüyorsunuz? |
Şimdiye dek öykülerimden İngilizceye çevrilenler oldu, bu dile hâkim olduğum için çeviri sürecine eşlik edebildim, gerektiğinde müdahil oldum. Çeviri metinde birçok şey özgün metindeki varlığını koruyamıyor, çağrışımlar kaybolabiliyor. Çevirinin böyle bir doğası var. Bu nedenle çevirmenin öyküyü yeniden yazması, özgün dili de, çeviri dilini de o dillerde düş kuracak kadar iyi bilmesi gerekiyor. Cidden zorlu bir iş. |
Bir okuyucunuzdan etkinliğimiz sırasında öykülerinizin eril bir dile sahip olduğu eleştirisi gelmişti. Edebiyatın bu dil sorunsalı üzerine ne söyleyebilirsiniz? Kadın bir yazar olarak kadın dilinin edebiyattaki size göre öykülerinizdeki yeniden üretimi nasıl olabilir? |
Evet, bir katılımcı “Deli Bal”daki öykülerin dilini eril bulduğunu söylemişti. “Deli Bal"da melodramdan olabildiğince kaçınmak için soğuk bir dil kullanmıştım. Soğuk ve mesafeli dil sanırım kulağa maskulen geliyor. Sonra dil işçiliğinin ağır bastığı öykülerde bu mesafeyi bir kenara bıraktım. Egemen olan dil erildir, edebiyatta ve her yerde. Ancak bunun karşısına konması gerekenin “kadın dili” olduğunu düşünmüyorum. Eğer eril dil karşısında dişil dil gibi bir şey önerirseniz yine eril dil ile belirlenmiş olursunuz. Dildeki ataerkiyle ancak cinsiyetsiz bir dil başa çıkabilir. Böylece erkeğin karşısına kadını koyan heteronormatif, ikili cinsiyetler dünyasından da belki daha hızlı kurtuluruz. |
Bir önceki soruda bahsettiğimiz eleştiriyi önemsemiştiniz. Okurlardan gelen eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Eleştiriler sizin için ne ifade ediyor? |
Edebiyat ortamımızda eleştirinin sesi genellikle kısılıyor. Korku ve nefretle karşılanıyor genelde. Eleştiri niyetine yazılan metinler tanıtım bültenleri sınırında seyrediyor. Aslında bir yazara eleştiri yöneltmek için gösterilen çaba, verilen emek dostanedir. İyi ve cesur eleştiriye erişmek güç. Bu nedenle okurdan gelen geribildirimlere gözümü kulağımı açıyorum. Olumlu ya da olumsuz her eleştiriyi tartıyorum, üzerine kafa yoruyorum, haklı bulduklarım da oluyor, bulmadıklarım da. Yazdığım metinlerden ne kadar uzun süre uzak kalıp sonrasında nesnel bir gözle bakmaya çalışsam da gözümden kaçan birçok şey oluyor. Eleştiriye, başka gözlere gereksinim var. Bu başka gözleri de tanıyarak, okuma ve yazma deneyimlerini hesaba katarak dile getirdiklerine kulak vermek lazım.ti. |