Sunuş

Değerli Üyelerimiz...

ODTÜMİST'den Haberler

Söyleşi-Gezi-Etkinlik

Burstan Haberler

ODTÜ Uzaktan Eğitim Süreci Araştırması

Söyleşi

Eski Rektörlerimizden Süha Sevük ile Söyleşi

Nezih Yaşar (IE’82)

ODTÜ'den Haberler

Çevrimiçi Buluşma & Covid-19 Aşı Çalışmaları

Söyleşi

Derneğimiz kurucularından Altan Lostar ile Söyleşi

Oya Tığlı (SOC’83), Uğur Ayken (ME’76)

Burstan Haberler

Her destek, kocaman bir gülümseme demek

#odtülüyalnızdeğilsin

Olağanüstü günlerde dayanışma

Güncel

Korona Dersleri: Ya hep beraber ya hiç birimiz!

Dr. A. Adnan Akçay (SOC'80)

Güncel

Covid-19: Ne Yapmalı?

Prof. Dr. Erol Taymaz (ME'82, ECON'85 MS)

Güncel

Geçmişten Geleceğe Küresel Kriz ve COVID-19

Mertkan Akay (ME'78)

Enerji

Ham petrol fiyatı “eksi” olur mu?

Sacid Aker (ChE'80)

Anma

Anılar Belleğimizin Bekçileridir

Bir Tayfur Cinemre kitabı

Arkeoloji

Kültepe Tabletleri Işığında...

Onur Doğan (CE'06)

Mentorluk

Beşinci yılında ODTÜMİST Mentorluk Programları

Felsefe

Korona günlerinde felsefe

Fotoğraf Çalışma Grubu

Karantinayı fotoğraflamak…

Edebiyat

Roman Serüvenim

Sevim Reşat

Edebiyat

Sergey Dovlatov

Hakan Sapmaz (ADM'85)

Burstan Haberler

Destekçilerimiz

Anma

Anılar Belleğimizin Bekçileridir

Bir Tayfur Cinemre kitabı

26 Mayıs 2019 günü Tayfur Cinemre’yi kaybedişimizin üzerinden bir sene geçti.
Tayfur'un aramızdan ayrıldığında yazmayı henüz tamamladığı “Anılar Belleğimizin Bekçileridir” adlı anı kitabı ise Ayrıntı Yayınları Yakın Tarih Dizisi içinde, Mart ayı başında yayınlandı.
Kitabın yayınlanmasında da emeği geçen yaklaşık 50 yıllık arkadaşı ve yoldaşı A. Tuncer Sümer, Tayfur’u ve kitabın hazırlanışını anlattı. Kitabı tanıtırken, aramızdan ayrılışının yıldönümünde Tayfur Cinemre'yi ve yine Mayısta kaybettiğimiz 3 fidanı saygıyla anıyoruz.

 

 

ALÇAK GÖNÜLLÜLÜĞÜN ADI: TAYFUR CİNEMRE
Ahmet Tuncer Sümer

 

Benim can yoldaşım, dostum, kardeşim Tayfur Cinemre’yi anlatmak hiç de kolay değil. Elli yıllık bir dostluğun ardından, anlatacak çok şey bırakarak giden bir arkadaşımdan söz ediyorum.

 

Sadece kendi yapmak istediği veya önüne görev olarak gelen işleri yapmakla kalmazdı. Sessiz sedasız, dikkat çekmeden ve kendini asla öne çıkarmadan, aldığı ve yapılması gerektiğini düşündüğü her işi yerine getirirdi. Mütevazi, hiç gösterişe kaçmayan, tam bir görev adamıydı.

 

Adı ünlenmemiş sade bir kahramandı o.

 

Alçak gönüllülüğü ile aramızda ün yapmıştı. Kıvrak zekâsıyla en zor işlerin bile üstesinden gelebilen, yeri doldurulamayacak bir kişilikti.

 

Hayatı gibi anılarını yazarken de çok gerçekçiydi; birlikte yaşadıklarımızı ve hatta bildiğimiz diğer başka konuları da konuşarak hafızasını yeniliyor, en doğru biçimiyle okura ulaşması için çaba harcıyordu. Yazmaya birkaç yıl öncesinden başlamıştı. Çalışmalarını sürdürürken, zaman zaman görüş alışverişlerinde bulunuyorduk. Anlattığı anılarının birçok bölümünü karşılıklı konuşarak oluşturduk. Aynı zamanda kitapta geçen isimlerin ve yaşanan olayların büyük bir çoğunluğu da ortak yoldaşlarımızla yaşadıklarımız ve ortak anılarımızdı.

 

Şu anda yayınlanması için hazırlık yaptığım ve Tayfur’un başka yönlerini de anlatacak iki ayrı çalışmam olduğunu da buradan duyurmak isterim.

 

En iyisi, sözü Tayfur’un kendisine bırakmak olacak…

 

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve Cihan Alptekin ile yaşadıklarının da yer aldığı “Anılar Belleğimizin Bekçileridir” anılarından, önce kitabın başındaki notunu ve devamında anlatımından küçük bir bölümü hep birlikte okuyalım:

 

 

 

 

 

 

Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral sordu: 

“O dört kişiden tek sağ kalan yalnız sensin. Bu sanığı tanıyor musun?”

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı darağacına gönderen 12 Mart 1971 Cunta’sının Faşist Generali Ali Elverdi, 1973 yılında başka bir davada yargılanan Üsteğmen Alpaslan Batu’yu soruyor bana. Kastettiği dört kişi ise Deniz, Yusuf, Sinan ve benim.

 

TAYFUR CİNEMRE [1]

. . .   Birkaç gün sonraydı. Hüseyin, artık Deniz’lerin Ankara’da kalmalarının çok riskli olduğunu, bir şekilde Ankara’dan çıkıp Malatya kırsalında örgütlenmiş olan THKO Ekibine katılmalarının zorunlu hale geldiğini söyledi. Deniz, Yusuf ve Sinan’ı Ankara’dan Malatya’ya götürecek bir araca ihtiyaç vardı.

 

Ortaokul yıllarından beri çok yakın olduğum ve güvendiğim bir arkadaşımın Volkswagen Beetle (kaplumbağa) bir arabası vardı. Babası yakın zamanda albaylıktan emekli olan bu arkadaşımla, arabasıyla bize yardımcı olup olamayacağını sordum, konuştum. Kabul etti. Beş kişi aynı araçla gidebilecektik. Şehrin Gölbaşı çıkışındaki polis kontrol noktasını Deniz’ler araziden yürüyerek geçecekler, biz de onları Gölbaşı çıkışında önceden kararlaştırdığımız bir yerden alarak Bala, Kırşehir, Kayseri üzerinden Malatya’ya götürecektik. Onları orada bıraktıktan sonra da vakit kaybetmeden geri dönecektik. Bunun için iki güne ihtiyacımız vardı.

 

Ancak ertesi gün bu arkadaşım gelerek ne yazık ki bu işin olamayacağını söyledi. Arabayı iki günlüğüne alıp Ankara dışına gideceğini söylediğinde emekli albay olan babasının huzursuzlandığını ve hiç âdeti değilken, arkadaşımın aracı almasına karşı çıktığını, hatta anahtarları alıp cebine koyduğunu söyledi. Muhtemelen benim sol hareket içinde olduğumu bilen babası, ortamın bu denli karışık olduğu böyle bir dönemde arkadaşımın benimle birlikte yola çıkmak istemesinden şüphelenmiş ve kesinlikle buna izin vermeyeceğini söylemişti.

 

Bu durumu Hüseyin’e söylediğimde, Deniz’lerle bir durum değerlendirmesi yapıp bana döneceğini söyledi.

 

Ertesi gün karar verdiklerini, mutlaka bir-iki gün içinde Ankara’yı terk etmeleri gerektiğini, bunun için bir otomobil bulma imkânının olmadığını, bu nedenle elimizdeki iki motosikletle yola çıkılması gerektiğini söyledi. Söz konusu olan iki motosikletten biri bana (beyaz renkli olan), diğeri Tuncer Sümer’e (kırmızı renkli olan) aitti. Aynı Ankara içindeki transferlerde yaptığımız gibi benim motosikletle ben ve Sinan, Tuncer’inkiyle de Deniz ve Yusuf yola çıkacaktık.

 

. . .   Sungurlu’yu geçtikten biraz sonra yol kenarındaki bir benzincide durduk. Hem benzin takviyesi yapmak hem de bir şeyler yemek istiyorduk. İçeride biri uyuklayan iki kişiden başkası yoktu. Uyanık olanı depolarımızı doldururken “Bu soğukta gece yarısı ne işiniz var buralarda?” diye sorunca biz önceden hazırladığımız cevabı verdik. “Sivas’a tayini çıkmış teknisyenleriz. Ertesi gün işbaşı yapacağımızdan yola akşamüzeri çıkmıştık ama bu kadar soğuk olabileceğini tahmin etmemiştik.”

 

İçeri girip sıcak sobanın başında yerlerimizi alınca bir şeyler yemek istediğimizi söyledik. “Sucuklu yumurta yapayım mı?” dedi o sırada uyanmış olan diğeri. “Tabii ki yap, hem de nasıl makbule geçer” diye yanıtladık kendisini.

 

Masanın başına geçtiğimizde, üzerinde bir gün öncesinin gazeteleri vardı. Bir tanesinin üzerinde Deniz’le Yusuf ’un kocaman birer fotoğrafı sayfanın yarısını kaplıyordu. Tabii o Deniz’in meşhur parkalı fotoğrafı değil. O daha sonra yayınlanmıştı gazetelerde. Eğer o fotoğraf olsaydı, muhtemelen kolayca tanıyabilirdi. Çünkü üzerindeki kıyafet tam da oydu. Sinan’ın fotoğrafı ise yoktu. Önce biraz tedirgin olduk tanınabiliriz endişesiyle. Fakat adamlar hiç oralı değillerdi. Yemeği getiren adam gazeteleri özensizce katlayarak bir kenara koydu.

 

Yemekten sonra “Yolcu yolunda gerek” diyerek fazla oyalanmadan motorlarımıza atladık ve zifirî karanlık gecenin içine daldık. İçimden Nâzım’ın o dizelerini geçiriyordum:

 

Dalgaları karşılayan gemiler gibi;

Gövdelerimizle karanlıkları yara yara,

Çıktık,

Rüzgârları en serin,

Uçurumları en derin,

Havaları en ışıklı sıra dağlara.

 

Asfaltın üzerindeki tekerlek izleri ince bir buz tabakasıyla kaplanmıştı. Bu nedenle hızlı gitmemiz mümkün değildi. Azami dikkatle sürüyorduk motorları. Gidonlara sımsıkı sarılmıştık. Eldivenin içindeki parmaklarımızda kan dolaşımı yavaşlamış, yavaş yavaş donduğunu hissediyorduk.

 

. . .   Böylece düşüp kalkarak ilerlemeye çalışıyorduk. Sabah olmak üzereydi. Doğuda tanyeri yavaş yavaş aydınlanıyordu. O sırada Yusuf’un kullandığı motordan garip sesler çıkmaya, ara ara büyük bir patlama sesiyle birlikte egzozdan alev atmaya başladı. Öyle görünüyordu ki motorun ateşleme düzeninde bir ayarsızlık vardı. Ateşleme “rötarlı” oluyor, buji olması gerekenden daha geç ateşliyordu. Bu nedenle de egzozdan alev atıyordu. Bir süre sonra da artık motor boğulmaya başlamıştı. Öyle ki motor gaz yemiyor, azıcık gaz verince boğulup kalıyordu.

 

Benim motordaki tamir takım çantasını açarak Yusuf’un motoruna müdahale etmeye çalıştık. Önce bujiyi söküp temizledik, arkasından benzin akışını kontrol ettik. Daha sonra sağ taraftaki motor kapağını sökerek ateşleme düzenini sağlayan platin ayarlarını yapmaya çalıştık.

 

Bu arada Deniz her zamanki neşesi ile etrafımızda dolaşıyor ve bir de sigara tellendiriyordu. O sırada etrafımızdaki tepelerden yükselen bir uluma sesi hepimizi irkiltmişti. Deniz bunu duyunca Nâzım’ın o meşhur şiirinden birkaç mısrayı bağıra bağıra okumaya başladı:

 

Daha gün o gün değil,

Derlenip dürülmesin bayraklar,

Uzaktan duyduğunuz çakalların ulumasıdır...

Safları sıklaştırın,

Safları sıklaştırın çocuklar.

Bu kavga faşizme karşı,

Bu kavga hürriyet kavgasıdır!...

 

Yusuf elinde sigarayla başımızda dikilen Deniz’e çıkıştı. “Şiirini git de biraz ötede oku. Elinde sigarayla motorun yanında durmuşsun. Her tarafı benzine bulanmış motoru havaya uçuracaksın. İşte o zaman safları tam sıklaştırırız hepimiz birden!”

 

Yusuf’la birlikte ne yaptıysak motorda bir düzen tutturamadık. Motor gene boğuluyor yol almıyordu. Tanyeri hızla ağarmaktaydı. Sarıkaya’ya yaklaşık 10 km kadar bir mesafe kalmıştı. Acele karar vermek zorundaydık. Birazdan insanlar yola düşünce böyle bozkırın ortasında görülmemiz riskli olabilirdi.

 

Kararımızı verdik. Sinan’la ben yola devam ederek bir an önce Sarıkaya’ya varacaktık. Oraya varınca hemen Üsteğmen Alpaslan Batu’yu bulacak ve onun temin edeceği bir araçla geri gelerek Deniz’le Yusuf’u ve arızalı motosikleti alarak kasabaya getirecektik...

 

[1] Tayfur Cinemre, Anılar Belleğimizin Bekçileridir, Ayrıntı Yayınları, Yakın Tarih Dizisi: 43, Mart 2020, İstanbul. Alıntıların tamamı bu kitaptan alınmıştır.

 

 

"Bu bir kahramanlık hikâyesi değil. Bu yalnızca, zamanın sisleri ardında kalan bir gençlik hatırası. Bu, aynı yolda yan yana yürüyen, ortak hayalleri, idealleri olan bir avuç insanın hayatın kısa bir diliminde paylaştıklarının hikâyesi.

 

Çok mu gençtik? Akıp giden hayat karşısında çok mu aceleciydik? İdeallerimiz uğruna çok mu şeyi göze almıştık? Hayallerimiz çok mu ulaşılmaz, vardığımız sonuçlar çok mu acımasızdı?

 

Aradan geçen elli yıla rağmen bu sorulara cevap vermek hâlâ hiç kolay değil. Gençlik günlerimizin heyecanını bir şölen havasıyla birlikte yaşadığımız dostlarımızın, yoldaşlarımızın çoğu birer birer gittiler. Şimdi yalnız hatıraları var o güzel insanların ve o bayram günlerinin.

 

Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara..."