İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Edebiyat Kulübünden, yazar arkadaşım Ayşe Övür vesilesiyle haberdar oldum ve toplantılarına katılmaya başladım. Toplantılara katılanlar aynı zamanda sunumlar hazırlıyorlardı. Ben de kendi deneyimlerimi anlatarak katkı koymak istedim. İşte anlattıklarım: |
Karlı Dağın Âşıkları benim 6. romanım. İlk romanım Nisan’a Veda ile 1997’de İnkılap Roman Yarışmasına katıldım. Romanım bu yarışmada ikinci oldu. Böylelikle profesyonel olarak yayın hayatına katılmış oldum. Aslında İTÜ İnşaat Mühendisliği mezunuyum. Kısa bir süre mühendislik yaptıktan sonra tüm zamanımı yazmaya ayırdım. Bu nasıl oldu? Biri sözel bir alan öteki ise sayısal. Ben ilkokula başlayıp da iki kere ikinin 4 ettiğini öğrendikten sonra matematiğe ilgi duydum. Matematik problemlerini çözmek benim için bilmece çözmek gibi keyifli bir hal aldı. Fakat okumayı da çok seviyorum. Nerdeyse bütün boş vakitlerimi okumaya ayırıyordum. Tabii ki okumaya bu kadar merak salmamda ailevi bir durum da söz konusuydu. Ben daha 18 yaşına gelmeden bir çok yakınımı kaybettim. Anneanne, babaanne, hala, dayı, dedeler ve tabii ki en trajik olanı ablamı çok genç bir yaşta henüz 22 yaşında bir trafik kazasında kaybetmemizdi. Hal böyle olunca ben de hem acılarımla baş edebilmek hem de evin bu yas havasından kurtulabilmek için kitaplara gömüldüm desem yeridir. Tabii okudukça o yazarlara da öykünmeye başladım. Acaba ben de bir gün böyle bir roman yazabilir miyim demeye başladım. Ama Matematik kolundan devam ettim, bunun sonucu olarak İTÜ İnşaat Fakültesini kazandım ve inşaat mühendisi olarak İTÜ’den mezun oldum. Pişman mıyım? Hayır, çünkü zaten matematiği çok seviyordum. İTÜ’de okumak da benim için ayrı bir keyif oldu.
Roman sanatı kelimelerle dünyayı görmek ve göstermek sanatıdır. Bazı yazarlar somut kelimelere ağırlık verirken bazıları da soyut kelimeleri tercih ederler. Somut kelimeleri kullananlara en iyi örnek Tolstoy ve Balzac’tır. Bu yazarların kitaplarını okuduğumuz zaman sanki roman kahramanlarını, romanın geçtiği mekânları, yerleri sanki bir filmde seyrediyormuşuz gibi gözümüzün önüne getirebiliriz. Dostoyevski ise soyut kelimelerle yazar. Roman kahramanları birbirleriyle uzun uzun konuşurlar. Öyle ki sanki ruhlar birbirleriyle konuşuyormuş gibi bir hisse kapılırız. İçsel konuşmalara da geniş yer verir. Ben de ilk romanlarımda (Nisan’a Veda, Mutluluk Sana Yakışırdı) daha çok soyut kelimeleri kullanarak yazdım. Fakat daha sonra, özellikle son romanlarımda somut kelimeler ağırlık kazandı. Bunu bilinçli olarak yapmadım. Kendi yazarlık serüvenim içinde yaşadığım bir değişim oldu.
Romanda atmosfer yaratmak çok önemlidir. Bütün büyük romanlarda yazarı ister soyut ister somut kelimeleri veya her ikisini de kullanarak yazmış olsun hikayesini zihnimize yerleştiren muazzam bir atmosfer yaratırlar. Bu atmosfere hiçbir şey gelişigüzel girmez. Her şey ince ince düşünülür, hesaplanır. Her şey romanın merkezine yani ana hikâyeye işaret eder.
Roman bir kurmaca olmasına rağmen gerçekçilik duygusunu vermelidir. Tabii bunu fantastik ya da bilim kurgu türü romanlar için değil, klasik tarzda yazılmış gerçekçi romanlar için söylüyoruz. Evet, roman hayatı doğru temsil etmelidir. Özellikle tarihi romanlarda bu durum daha da önem kazanır. Şayet tarihi gerçeklere sadık kalmazsanız okuyucunun güvenini kaybedersiniz.
Hayatın kaba gerçeklerinden herkes az çok haberdardır. (Hele ki hiçbir şeyin sır olarak kalmadığı bu iletişim çağında.) Bu yüzden iyi bir roman bize gündelik hayatta gözümüzden kaçan ayrıntıları, fark edemediklerimizi, hayal edemediklerimizi anlatmalıdır. İnsanoğlunun ruhuna, özüne bir ayna tutmalıdır. Bize yeni bakış açıları getirmeli, iç dünyamızı zenginleştirmelidir.
Roman yazarken roman kişilerime eşit mesafede dururum. Birini diğerine karşı kayırmam. Okuyucularım bana şunu sorarlar; romanlarınızda bir mesaj var mı? Elbette bir roman bir mesaj da içerebilir. Ama ben bu niyetle yazmıyorum. Romanlarımda ahlâki bir öğreti içinde olmam. Romanlar toplumu terbiye etmek için yazılmaz. Ahlâk da yarattığımız o atmosferin bir öğesidir sadece. Romanlar insanoğlunun, yaşadığımız dünyanın, alemin, çeşitliliğini, zenginliğini, farklılığını, derinliğini gözler önüne serer. Hayatın alışageldiğimiz gerçeklerine özel bir ruh katar. Roman okumak niçin önemlidir? İyi yazılmış romanları okuduğumuz zaman bizden farklı coğrafyalarda veya aynı coğrafyada farklı kültürlerde yaşayan insanları ahlâkî olarak, siyasi olarak ötekileştirmeden anlayabiliriz. Onlara empati yapabiliriz. Bu da bizi daha bir insan yapar.
Bazen okuyucularım romanlarımdaki bir karakterle beni özdeşleştirmişse bana sorarlar; siz bu kişi misiniz? bu romanda sizin anılarınız da var mı? Elbette okuyucu elinde tuttuğu kitabın bir roman yani bir kurmaca olduğunu bilir ancak yine de okuduğu hikâye ile gerçekler arasında bir bağ kurmaya çalışır. Ve elbette ilk başvuracağı kişi kitabın yazarıdır. Kendimi de katarak (ben de bir okuyucu olduğuma göre) söylüyorum; hiç birimiz bir romanı yazarından bağımsız okuyamayız. Aklımızın bir köşesiyle roman kahramanları ve olaylarla yazar arasında bir bağ kurmaya çalışırız. Bu da çok doğaldır. Belki roman gücünü bu paradokstan alıyordur. Yazar elbette kendi anılarından, başkalarının anılarından, tanık olduğu olaylardan faydalanabilir, bunları kullanabilir veya tamamen hayal ürünü bir hikâye anlatabilir. Burada önemli olan anlatılan hikâyenin yaşanmış olup olmadığından öte bize yeni bir bakış açısı getirmesi, zihnimizde bir pencere açmasıdır. Elbette yazar anılarını romanlarına katmasa bile kendi duyumsal deneyimlerini romanlarına serper. Sonuçta o da bir insandır, onun da doğruları, yargıları, ahlâki bir duruşu vardır.
Zaman zaman okuyucularım bana iletişim teknolojilerinin (internet, instagram twitter, facebook vs.) bu kadar gelişmesi roman okuyan insanların sayısını azaltıyor mu? diye soruyorlar. Bu soru da ister istemez şu soruyu akla getiriyor. Roman sanatı bir gün bitebilir mi? Ben buna ihtimal vermiyorum. Çünkü insanoğlunun yalnızca insanoğlunun değil, tüm canlıların ve doğanın yaşam serüvenini roman kadar derinlemesine, adeta kılcal damarlara kadar nüfuz ederek anlatan bir başka sanat dalı yoktur. İyimser olmak için bir başka önemli gerekçem ise roman sanatının insanın öykü anlatma ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olmasıdır. İnsanoğlunun öykü anlatmak gibi bir ihtiyacı mı var? Evet. Bunu destanlardan, efsanelerden, masallardan anlıyoruz. İnsanlar daha yazı icat edilmeden önce önemli gördükleri, kendilerinden sonra gelecek kuşaklara aktarmak istedikleri olayları sözlü bir eser olarak ortaya çıkarmışlardır. Tarihte bilinen en eski destan Gılgamış destanıdır (MÖ. 2100-2000). İletişim teknolojilerinin artması insanları kitaplardan uzaklaştırmamıştır, aksine kitaba ulaşmayı kolaylaştırmıştır. Kitapseverler bu mecralarda da kendi gruplarını kurup etkileşime geçmişlerdir. Bunlar sevindirici ve umut verici gelişmelerdir. Ancak şu da bir gerçektir ki teknoloji öngöremediğimiz bir hızla ilerlemektedir. Son 20 yıldaki gelişmeler son 2000 yıldaki gelişmelerin kat be kat üstündedir. Özellikle nanoteknolojinin icadı devrim niteliğinde olmuştur. Yine robot ve gen teknolojilerindeki büyük sıçramalar devam etmektedir. Hal böyle olunca belki de çok da uzak olmayan bir zamanda kendi kendini moleküler düzeyde kopyalayabilen robotlar hayatımıza girecek ve muhtemelen insanlık da başka bir evreye geçecek. O günler geldiğinde roman sanatının (sadece roman sanatının değil tabii…) başına ne gelir, bunu şimdiden öngörmek mümkün değildir.
Bir mühendis olarak ve teknolojinin nimetlerinden faydalanan biri olarak elbette teknolojik gelişmeleri sevindirici buluyorum. Ancak insan ahlâki ve ruhsal olarak teknolojiyle birlikte gelişmelidir. Şayet teknoloji insanın manevi değerlerinin önüne geçerse bu gelişmelerin insanoğlunun aleyhine kullanılması kaçınılmaz hale gelir. Maalesef buna verilebilecek çok örnek mevcuttur. Atom bombasının kullanıldığını söylemek sanırım yeterli olacaktır.
Yeryüzünde 400 yıldır romanlar yazılıyor. Bu romanlar hiçbir sınır tanımadan dünyayı dolaşıyorlar. Bu yüzden bir parçası olmaktan gurur duyduğum roman sanatının insanoğlu varoldukça yaşayacağına dair iyimser duygular içindeyim. |