Sunuş

"Zor günlerden geçiyoruz"

Yener Aydın (EE'76)

Maraton

8 Kasım’da bir günde dünyayı koşuyoruz

ODTÜMİST'den Haberler

ODTÜ Rektörüne

ODTÜMİST'den Haberler

Ulus ODTÜ Park

Ekonomi

Genç İşsizliği, İstihdam ve Lir Kuşları

Ali Rıza Güngen (ADM’03)

Uzaktan Eğitim

“Müzik değişince dans da değişir”

Prof. Dr. Soner Yıldırım

Anma

Prof. Dr. Ayten Coşkunoğlu Bear’ın Ardından

Prof. Dr. Gölge Seferoğlu

Anma

ODTÜ bir çınarını daha yitirdi

Prof. Dr. M.Volkan Atalay (EE'87)

Anma

Fahri Doğu........

Yaşar Morpınar (CHE’78)

bi' Dünya ODTÜ'LÜ

Tüm dünyadaki ODTÜ’lüler buluştu

Kitap

Hikayesini Arayan Gelecek

Bekir Ağırdır (MAN'79)

Edebiyat

Pascual Duarte ve Ailesi

Nükhet Tüzüner Tuncay

Edebiyat

Mürşid’in katmerli hikayesi

Müjde Alganer (MAN’93)

Fotoğraf Çalışma Grubu

Karantinayı kitaplaştırmak…

FÇG – Karantina Projesi Ekibi

Felsefe

Korona Günlerinde Felsefeye Devam

Gezi

Ilgaz’ın eteklerinde bir doğa ve kültür vahası

Gülsen Kırbaş

Mentorluk

Yeni bir başlangıç yapıyoruz

Burstan Haberler

Destekçilerimiz

ODTÜMİST'den Haberler

Söyleşi-Gezi-Etkinlik

Burstan Haberler

Salgın döneminde burs faaliyetlerimiz

Necmettin Oktay (76/OR-STAT)

Burstan Haberler

Burs İstatistikleri 2015-20

Kitap

Hikayesini Arayan Gelecek

Bekir Ağırdır (MAN'79)

İklim değişikliği, çevre kirliliği, biyoçeşitliliğin azalması gibi üzerinde yaşadığımız gezegene dair değişiklikler; teknolojinin gelişmesine bağlı olarak değişen günlük hayat ritmi; metropolleşme ile birlikte aile-komşuluk-hemşerilik gibi bildiğimiz tüm ilişki biçimlerinin değişmesi, insanlığı da değişmeye zorluyor. Geçtiğimiz ay yayınlanan “Hikayesini Arayan Gelecek” adlı kitabında yaşadığımız çağ, dünya ve Türkiye’yle ilgili değerlendirmelerde bulunan Bekir Ağırdır, kitabının genel çerçevesini Baraka okurları için çizdi.

 

Pandemi sürecinde sağlık krizi haberlerine ekonomik kriz haberleri de eşlik etti. Hemen Mart başından itibaren de postcorona döneme dair tahminler, spekülasyonlar ve fallar gündeme sıkça geldi. Evet, pandemi sonrası beslenme, sağlık, sosyalleşme, tatil alışkanlıkları gibi bazı gündelik pratiklerde değişiklikler beklenebilir ama küreselleşmenin, hatta Avrupa Birliği’nin sonunun geleceğine kadar uzanan spekülatif kırılmalar dizisinin tek nedeninin pandemi olduğu söylenebilir mi?


Halbuki insanlık pandemiden önce ve pandemi etkisinden de öte, kırk-elli yıldır bir değişim zorunluluğuyla karşı karşıya. Çünkü temelde üç dip dalga var ki tüm üretim modellerinden tüketim modellerine, devlet ve yönetim sistemlerinden hukuk sistemine bildiğimiz tüm yaşam, örgütlenme ve iş yapma modellerimizi değişime zorluyor.


Birinci dip dalga, yerkürenin ritmi değişiyor. İklim değişikliğinden hava ve çevre kirlenmesine, yeraltı kaynaklarının azalıyor olmasından bitki ve hayvan türlerinin azalmasına, kuraklıktan erozyona bir dizi değişim yerkürenin ritmini kökten değiştiriyor. Bu ritm değişikliği yerküreyle ilişkimizi, standart üretime ve ölçek ekonomisine dayalı, kaynakları sonsuzmuş gibi kullanan, havaya, suya, toprağa hoyratça davranan sanayi toplumu üretim biçimini ve gündelik yaşam biçimimizi değişime zorluyor.


İkinci dip dalga teknolojik sıçrama ve değişen gündelik hayat ritmi. Teknolojik sıçrama ile zaman ve mekandan bağımsız olabilen iş, iletişim, örgütlenme, siyaset yapma imkan ve biçimleri bir yandan gündelik hayata dair hemen tüm alanları diğer yandan da zihin haritalarımızı değiştiriyor. Zaman ve mekandan bağımsızlık yalnızca hızlı bir ritm üretmiyor, hıza dayanamayan hiyerarşiye dayalı örgütlenmeleri değiştiriyor. Teknolojilere erişim ve kullanım kolaylığı nedeniyle yalnızca devletin, güçlü ve örgütlü olanın sahip olabildiği kamera ve mikrofon elinde akıllı cihaz olan herkesin de eline geçiyor. Bu nedenle de bilgi, haber, deneyim anonimleşiyor, tektipli ve devletin kontrolundaki bilgi, haber ve anlatılar geçersiz kalıyor. “Olan olduktan sonra” bilgi edinip, kanaat oluşturduğumuz dünya yerine “olan, olmakta iken” müdahale edebildiğimiz bir dünya gelişiyor. Giderek çok boyutlu, çok aktörlü bir gündelik hayat yaşanıyor. Hız, çok boyutluluk, çok aktörlülük gibi bir dizi nedenle hayat giderek belirsizlik ve karmaşıklık esaslı hale dönüşüyor. Bildiğimiz tüm sistemler, modeller ise belirlilik ve öngörülebilirlik üzerine. Örneğin devlet veya özel her bir birim plan ve bütçelerle hayatı yönetmeye çalışırken, plan ve bütçelere sığmayan bir hayatla karşı karşıyayız. Ne iş modelleri, ne örgütlenme modelleri ne de siyasal sistemler bu gelişime göre değişmeyi başaramadılar henüz.

 

Üçüncü dip dalga ise nüfus hareketlerindeki hızlanma ve metropolleşme. Sanayi toplumunun kır-kent ayrımından daha derin farklılıklar içeren metropoller, metropollerin içindeki varoşlar ve burun buruna yaşanır hale dönen ikilikler-farklılıklar-çelişkiler. Metropolleşme, aile-arkadaşlık-komşuluk-hemşerilik gibi bildiğimiz tüm ilişki biçimlerini, ahlaki ve kültürel formları dağıtıyor ama insanlık bozulanın yerine hala neleri koyabileceğimizi bilmiyor. Kurulu yönetim sistemleri, gerek mekânsal gerek sosyolojik olarak büyümüş, çeşitlenmiş, karmaşıklaşmış metropolleri yönetmeye yetmezken, aidiyetler, kimlikler de çeşitleniyor, güçleniyor.


Aslında insanlık sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişin sancılarını yaşıyor ama bilgi toplumuna dair elimizde yeterince bilgi de yok, bir ütopya, hikaye de yok. Geleceğe dair hikayemiz olmadığı için de o hikayelerden beslenen siyasi hareketler yok. Gelecek anlatılarının neredeyse tümü distopik hikayeler.


Yaşanmakta olan bir “küresel ara buzul dönem”. Geleceğin hikayesinden beslenen umutlar, siyasetler olmayınca değişimin sancılarının ürettiği endişeler, korkular baskın çıkıyor. Hemen tüm ülkelerde var olan endişelerden, korkulardan beslenen popülist, şoven hareketler ve liderler yükseliyor. Nitekim son yıllarda yapılan tüm ülkelerdeki seçimlerde birkaç istisna dışında popülist, şoven, otoriter liderler ve hareketler kazançlı çıkıyor. Toplumlar “özgürlük mü güvenlik mi”, “demokrasi mi refah mı” ikilemlerine sıkıştırılarak, içerdeki her türlü farklılıklar şeytanlaştırılarak, her özgürlük talebi kaosa çıkıyor anlatılarından beslenen devletçi ve güvenlikçi politikalar baskın oluyor. Bir bakıma tüm ülkelerde ulus devletler yeni maharetler de geliştirerek daha da güçlü biçimde sahne aldılar.


İnsanlık hem çağ değişiminin hem de küresel sorunların çözüm politikalarını, kurum ve kurallarını geliştiremedi. Tüm dünyada yoksulluk ve adaletsizlik kalıcılaşıyor. Büyük değişim dalgasına ayak uydurabilenler ve uyduramayanlar arasında, hem ülkeler arası hem de ülkeler içindeki ekonomik sınıflar, kültürel ve sosyolojik kümeler arası fark onarılamaz biçimde açılıyor. Bir yandan da bu pandemi sürecinde görüldüğü gibi Dünya Sağlık Örgütü gibi ya da küresel siyasal sorunlar karşısında Birleşmiş Milletler gibi küresel kurumların ya da Türkiye’deki tartışmalarda görüldüğü üzere İstanbul Kadın Sözleşmesi, ABD’deki tartışmalarda görüldüğü üzere Paris İklim Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalar meseleleri çözmeye yetmiyor.


Öte yandan ulus devletlerin bildikleri çıkar tanımları, politika ve yönetim anlayışlarından beslenen yeni bir küresel bölüşüm kavgası başlamış durumda. Bir katmanda Rusya ve Çin başta olmak üzere birçok ülkeyle geleneksel egemen Batılı devletler arasında siyasal bölüşüm kavgası yaşanıyor. Bir katmanda başta Çin, Hindistan olmak üzere Batı ile ekonomik bölüşüm kavgası yaşanıyor. Bir katmanda ise Müslüman coğrafya ile Batı arasında kültürel denge arayışı ve gerilimleri yaşanıyor. Güncel olanı, ulus devletlerin ve popülist söylemlerin gündemini bu üç katmandaki bölüşüm ve yeni dengelenme gerilimleri belirliyor.


Dolayısıyla insanlık hem çağ değişiminin hem de ulus devletlerin güncel güvenlikçi politikalarının ve popülist iktidarlarca yönetilen bölüşüm kavgasının ürettiği tüm sorunları bir arada yaşıyor.


Türkiye ise hem çağ değişiminin hem de yukarıda sözünü ettiğim yeni bölüşüm kavgasının ve denge arayışının tüm gerilimlerini, boyutlarını bir arada yaşıyor. Hatta tüm bu sarsıntının hem sahnesi hem de öznesi. O nedenle örneğin Fransa’da, İngiltere’de bu gerilimler iki şiddetinde deprem gibi yaşanırken Türkiye’de sekiz şiddetinde deprem gibi yaşanıyor.


Bu karmaşıklık, belirsizlik esaslı hayat içinde, ülkenin siyasi aktörlerinin ve siyaset zemininin kimliklere sıkışmış politika ve söylemleri varolan siyasi kutuplaşmayı giderek derinleştiriyor, toplumsallaştırıyor. Toplumun hakikatle ilişkisi bozuluyor, ötekileştirme, ayrımcılık ve nefret söylemi kendine yaygın yer buluyor, hukukun üstünlüğüne inanç azalıyor, birbirimize ve geleceğe güven duygusu zayıflamaya devam ediyor ve sorunları siyaset ve hukuk içinde çözebileceğimize dair umut köreliyor. Türkiye toplumu “biz” duygusunu ve “ortak ufkunu” kaybediyor. Birey olabilmek, kendi sorunlarını çözmek konusunda mahir ve umutlu olan toplum “yurttaş” olmak konusunda ikircikli, çekingen ve gayretsiz davranıyor.


Yeni bir gelecek hikayesi olmadan, toplumun var olan farklılıkları o hikayenin içinde kendinin de varolduğu duygusuna sahip olmadan da bu sarmaldan çıkamayacağımız anlaşılıyor.


Gelecek hikayesini arıyor.


Bugünün hayat ritmi ve zihni dönüşümü içinde geleceğin hikayesi bir manifesto biçiminde, bir kimliğin, ideolojinin değerleri, ilkeleri ve gelecek hayaliyle yazılamaz ya da bir odaya kapanmış birkaç kişinin marifetiyle de yazılamaz. Ancak geleceğimizi nasıl yazabileceğimizin yolunu, sürecini tasarlayabiliriz. Ortak hayata dair hangi ilkeleri esas alarak, varolan hangi yeni insan, bilgi, enerji, dinamiklerden beslenerek yazabileceğimizi yani hikayeyi yazma sürecini tasarlayabiliriz.


Ama bu sürecin başlangıç noktası dünyanın Türkiye’sinin geleceğine inanmak, insanlarının kendi kararlarını verebilecek olgunluk ve maharette olduklarına güvenmek, birbirimizin varlığına, duyarlılıklarına, değerlerine, yaralarına saygılı olmaktır. Böyle bir başlangıç noktasında buluşur, ortak geleceği düşünmeye başlayabilirsek dağlardaki çoban ateşleri gibi görünen binlerce küçük ama anlamlı girişim, çaba, enerji büyük hikayeye dahil olabilir, hikayenin aktörü olabilir, hikaye oluşabilir.